Halvetiye Tarikatı Kurucuları Kolları ve Zikirleri Nelerdir? En çok kolu olan, kendisinden en çok tarikat çıkan Halvetiyye için eskiler, Tarikat kuluçkası demişlerdir. En yaygın tarikatlardan biridir. Tamamiyle Sünni bir tarikattır Abdullah Sıraceddin Ömer bin Ekmeled din Lahici tarafından kurulmuştur. Tarikatın isminin, Lahici’nin, amcası Muhammed Nurül Halveti’ye intisap ettiği için bu ismi aldığı söylenir. Bir diğer rivayet de, Bir çınar ağacının kovuğunda halvet etmesinden, yani yalnız başına ibadet etmesinden, hatta bu ibadetini kırk gün hiç ara vermeden sürdürmesinden dolayıdır.
Sıraceddin Ömer (ölümü-1397) Lahican’da doğmuş, genç yaşlarda Harzem’de bulunan amcası Muhammed Nurül Halveti’nin yanına gitmiş, ona intisap etmiştir. Amcası, zikri ve halveti çok seven, ömrünün büyük kısmını halvetle geçiren bir zattı. Bu yüzden ona “Halveti” denmiştir. Amcası tarafından yetiştirilen Ömer ülHalveti, onun 1317’de vefatı üzerine makamına geçmiş, bilgisi ve çevresinde etkisi ile büyük bir ün kazanmış ve Halvetiye tarikatının piri olmuştur. Bir müddet Hoy’da ve Mısır’da bulunmuş, oradan Hicaz’a giderek hac görevini yerine getirmiştir.
Daha sonra Sultan Üveys’in çağrısı üzerine Herat’a giderek orada vefat etmiştir.
Halvetiye Tarikatı Kolları
Halvetiye tarikatı dört kola ayrılmıştır. Bu kollardan da pek çokğu beler çıkmışın. Tarikatın bilinci kolu Ömer Ruşeni ile başlayan Ruşeniye koludur. Dede ömer dinlidir. Tebriz’de i487’de vefat etmiştir.
İkinci kol Cemaliye koludur Çelebi halife diye bilinen Amasyalı Celaleddin Aksarayi tarafından kurulmuştur. 1494’te Şam’da vefat eden Aksarayi bir ara İstanbul’a da gelmiş, Kocamustafapaşa’da cami, medrese, hamam ve imaret kurmuş, görüşlerini yaymıştır. Kocamustafapaşa’da türbesi bulunan ve halk tarafından büyük bir veli olarak kabul edilen Sünbül Sinan, Halvetiliğin Cemaliye kolunun Sünbüliye şubesini kurmuş, 1530’da İstanbul’da vefat etmiştir.
Halvetiye’nin Cemaliye kolundan ayrıca Şabaniye, Nasuhiyye ve İbrahimiye şubeleri doğmuştur. Bu sonuncusunun kurucusu Kuşadalı İbrahim’dir. Aksaray’daki dergahının yanması üzerine sultan II. Mahmud, dergahı yeniden yaptırmak istemiş, bunun üzerine Kuşadalı, “Dergahlardan feyiz çekildi, gereksiz masraf olur” diye karşı çıkmıştır. 1848’de vefat etmiştir.
Halvetiye’nin üçüncü kolu Şemseddin Ahmed’in kurduğu Ahmediye’dir. Bu koldan çıkan şubelerin en ünlüsü Cerrahiye‘dir. Nureddin Cerrahi tarafından İstanbul’da kurulmuş ve yayılmıştır. Ahmediye kolunun en önemli şubesi ise Niyazi-Mısrî tarafından kurulan Mısrıyye’dir.
“…Türk sûfi şairlerinden Niyazi, 1027 Rebiülevvelinin on ikisinde (1618) Malatya’nın Soğanlı köyünde doğmuştur. Babası Nakşibendi Ali’dir. Niyazi, kardeşi Ahmed’le Tahsile başladıktan sonra Halveti şeyhlerinden Malatyalı Hüseyin’e mürit olmuştur. 1048’de (1638) Diyarbakır, Mardin, Bağdat ve Kerbela’ya giderek dört yıl kadar kaldıktan sonra Mısır’a gitti; orada kadiri tarikatına girdi; aynı zamanda Ezher’de tahsiline devam etti. Dört yıl sonra 1056’da (1646) gördüğü bir rüya üzerine İstanbul’a gelip Sokullu Mehmed Paşa Medresesi’nde bir hücrede irşada başladı ki bu hücre, yakın zamanlara dek, belki de hâlâ Niyazi hücresi diye anılır ve ziyaret edilir. İstanbul’dan Bursa’ya giden Niyazi, Veledienbiya Camii kayyımı Ali dedi’nin evinde ve cami yakınlarındaki medresede kaldı; gene bir rüya üzerine Yiğitbaşı kolundan ve Ümmi Sinan halifelerinden Şeyh Mehmed’e ve bu sırada Uşak’a gelen Ümmi Sinan’a intisap edip onunla Elmalı’ya gitti; tekkesinde imamlık, hatiplik ve oğluna hocalık etti. 1065’te (1654-1655) Ümmi Sinan’dan hilafet alıp Uşak, Kütahya ve Bursa’da tarikatı yaydı. 1080’de (1669-1670) Bursa’da kendisine bir tekke yapıldı. Köprülüzade Fazıl Ahmed Paşa’nın daveti üzerine Edirne’ye giden Niyazi, pek fazla değer verdiği cefre dayanarak bazı sözler söylediğinden 1083’te (1673) Rodos’a sürüldü. Dokuz ay sonra bağışlanarak Bursa’ya döndü. 1087’de (1676) gene bu çeşit sözleri ve hareketleri yüzünden Limni’ye yollandı; 1103 yılına kadar (1691) orada kaldı; tekrar bağışlandı.
Halvetiye tarikatı, Ahmed zamanında Avusturya seferine gidileceği sırada Niyazi, savaşa katılacağını bildirerek 1104’te kendisine uyanlarla harekete geçti. Hükümete karşı koyabileceği düşüncesiyle, Bursa’da dua etmesi emredildiği halde Niyazi emri dinlemedi; Bursa’dan kalkıp Tekirdağ’a geçti; oradan Edirne’ye varıp Selimiye Camii’ne gitti; Niyazi, camiden alınıp gene Limni’ye sürüldü; 1105 Recebinin yirminci günü orada vefat etti
2. Kendi el yazısıyla yazdığı mecmuadan Niyazi’nin fikirleri pek güzel anlaşılmaktadır. “Mevaid’ülİrfan” adlı basılmamış eserinde bu düşünceler açıkça belirtildiği gibi bazı risalelerinde de ifadelenmektedir.
Önceleri taraftar olduğu Hamza vilerin de (Bayrami Melamileri) şiddetle aleyhindedir; onlarla hiçbir ilgisi olmayanları, hatta onların aleyhinde bulunanları bile onlardan sanır, öyle görür; onları, ağza alınmayacak sözlerle söven Osmanoğullarının da aleyhinde bulunan ve tahtın, Kırım hanlarına geçeceğini söyleyen Niyazi, kendisini daima ölümle karşı karşıya görmekte, kendisinin er geç öldürüleceğini sanmakta, vehimler içinde kıvranmakta, olmayan, yapılmayan şeyleri, aleyhinde oluyormuş, yapılıyormuş zannına düşmektedir.
Bütün bu ruhi haletlerden anladığımıza göre Niyazi çağdaşı Halveti şeyhi Nazmi Mehmed’in ‘Hediyetü’İ İhvan”ında yazdığı gibi “mertebei cünuna” varmıştır ve kendisini şeriat kılıcından kurtaran da ancak bu kanaatin umumileşmesidir…”
(Türkiye’de Mezhepler ve TarikaUar AbdiilİMki Gölpınarlı) Halvetiliğin 4. kolu Şemsiye’dir. Kurucusu Şemseddin Ahmed Sivasi’dir. 1701’de Zile’de doğan ve 1797’de Sivas’ta ölen Şemseddin Ahmed’in Hanefi mezhebine olan bağlılığı ve Hamzavilere aleyhtarlığı ile tanındığı bilinmektedir.
Halvetiye Tarikatının Farkları ve Zikirleri
Halvetiliğin kolları ve o kollardan çıkan şubeleri arasında büyük bir farklılık bulunmamaktadır. Küçük farklılıklar ise daha çok giyimdedir. Tamamiyle Sünni bir tarikat olan Halvetiler arasında sadece Gülşenilerin Mevlevilik ve Melamiliğe biraz meyilleri olduğu belirtilmektedir. Halvetiler şöyle zikrederlerdi: Diz çöküp kıbleye karşı otururlar, her çeşit dünyevi düşünce ve şekilleri zihinlerinden silerler sadece Allah’ı düşünürlerdi. Başlarını sağ omuzlarına yatırıp “Lâilâhe”, sonra da sol göğüse doğru eyip “İllallah derler, bunu 33 ve 165 kere lekrar ederler. Sonra İsmi-i Celal, sonra da Esma-i Seb’ayı zikrederler (Lâilahe İllallah, Hu, Hak, Hay, Kayyum, Kahhar” Niyazi-i Mısri’nin görüşleri
Halvetiye tarikatı , Halvetilik anılınca akla ilk gelen isimlerden biri de, hem büyük bir mutasavvıf, hem de güçlü bir mistik olan Niyazi-i Mısri’dir. Bu zatın, tasavvuf ve şeriat konusunda kaleme almış olduğu küçük bir risale denilebilir ki, bu derin konuyu, öz bir biçimde tüm incelikleri ile izah etmiştir. Mısri’nin bu risalesinin önemli bir bölümünü kendi önsözü ile aktarıyoruz. Sanırız ki, bu konuda böyle bir otoritenin ortaya koyduğu ölçüler en objektif ve sağlıklı olanlardır.
“İşbu Türkçe risalenin yazılmasına iki şey sebep oldu: Biri, sofilerin ağızlarında bazı sözler var ki, halk tabakası, hatta ulemanın eksik olan bazıları o sözleri işitince onları batıl mezheb mensubu zannediyorlar. Zira ehlullahm ekseriya sözleri muğlaktır. Her ne canibe çeksen çekilir. Ehli olmayan bilmez ve onlara sui zan eder. Biz bu sûi zannı ortadan kaldırmak istedik. İkinci sebebi şudur ki, ehli tasavvuf geçinen bazı ümmiler o muğlak kelamların zahirine bakıp ilhada (dinsizliğe) düşmeyeler ve dahi bileler ki, ehli tasavvuf ne kadar yüce derecelere erişirlerse erişsinler, onların imanı, imana yeni gelmiş kimselerin imanından fazla olmaz. Onun içindir ki Hazreti Peygamber aleyhis salatü vesselam “Aleyküm bidin’i- acâiz = Kocakarıların dini, inancı üzere olunuz” buyurdu. İşte bu manayı bilip, tasavvuf yolunun şeriat yolundan başka bir yol olduğunu zannedip sapıklık yoluna düşmeyeler. Ve yine bileler ki, avam ile havas arasındaki farklar, marifet derecesindedir. Böylece bilip taklidi imandan tahkiki imana sefer etmeye talip ve rağıp olalar vesselam.
Derviş Niyazi-i Mısri Niyazi-i Mısri, bu takdim yazısından sonra sual cevap şeklinde görüşlerini şöyle açıklıyor:
Sual: Bu sofiler, yani ehl-i tarikat otan şeyhler ve dervişler akaidde ve ameliyatta ne mezhebdendir?
Cevap: Halvetiye tarikatı, Sofilerin ekseriya akaid-i İslamiyede mezhebleri ehlu’s-sünne ve’l-Müslimin “Eş-Şeyh Ebu’l- Mansur Maturudi” mezhebindendir- ler. Evlâd-ı Arap sofileri ekseriya, “Eş-Şeyh Ebu’l-Hasan el-Eş’ari” mezhebindendirler. Bu iki imamın mezhepleri ehl-i sünnet ve’l-cemaat mezhebidir, ayrık değildir. Ve sofiye- nin ameliyatta (işlemeğe ait meselelerde) mezhebleri dört hak mezhebden birisidir. Yaşadığı ülkenin halkına göre… Mesela Rum vilayetleri (Anadolu ve Rumeli), Özbek, Tatar, Hıta, Çin-Maçin, Hindistan ve Sind vilayetleri halkından olan sofiler umumen füruda Hanefiyyü’l-mezhebdirler. lmam-ı Azam ve hümam-ı ekrem, sirâcü’l-milleve’d-din, tâc-ı ehl-i sünnet-i ecmain Ebu Hanife-i Kûfi hazretlerinin Kuran-ı Azim’den ve ehâdis-i Nebeviyeden istinbat ve icti- had ettikleri meseleleri taklid ve can ile kabul ederler ve onun mezhebine tabi olurlar. Arabistan diyarından Suriye, Mısır, Halep vilayetleri halkının büyük kısmı ve Haremeyni’ş-şerifeyn halkının ekseri Şafiiyyü’l- mezhebidirler. İmam-ı Muazzam ve mukteda-yı müfahham Muhammed bin Idıis eş-Şafii hazretlerini taklid ederler, onun yolundan giderler. Tunus vilayeti ve bil-cümie Mağrib halkı umumen Endülüs vilayetlerine varıncaya kadar ve Arabistan vilayetlerinin ba/ısı Malikiyyü’l-mezhebdirler. Şeyhü’l-eimme ve kıdvetü’l-ehli’s- sünne imamu ehli’l-Medine İmâm Mâlik bin Enes hazretlerini taklid ederler. Ehl-i Bağdad’ın büyük kısmı ve bilcümle İrak diyarları ve Arap diyarlarının ve bahusus Haremeyni’ş- şerifeyn ehalesinin bazısı Hanbeliyyü’l-mezhebdirler. Fetva ve takvada mükemmel ve zühd ü vera- da ekmel olan İmam Ahmed bin Han- bel hazretlerini taklid ederler. Bu dört imamın mezheblerine ehlü’s-sünne ve’l-cemaat mezhebleri derler. Bunların birbirine ihtilafları füruun bazı meselelerindedir, cümlesinde değildir. Ama itikad esaslarında bunların dördü bir mezhebdir ki Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu mezhebe “Fırka-i Naciye = Kurtuluş Fıkrası” diye ad verdi. Sofilerin müb- tedilerinin ve müntehilerinin (yola yeni girenlerin ve yolun sonuna gelenlerinin) mezhebleri işte bu ehl-i sünnet ve cemaat mezhebidir, gayri değildir. Bu sofilerin bir itikadları dahi şudur ki, bir kimse ehlullah olsa her ne kadar keramet sahibi olsa da bu imamların en ednasının (mezheb imamlarının derece ve büyüklük itibariyle en sonra geleninin) mertebesini bulamaz. Nerede kaldı ki ashab- ı güzin mertebesini bula ve peygamberler mertebesini bula… Ve dahi t.a- savvuf erbabı şöyle itikad ederler ki, hiçbir veli mezheb imamlarına ihtiyacı kalmayacağı bir mertebeye varamaz, yani bunlardan birini taklid etmek mecburiyetinden kurtulamaz ve onlara ihtiyacı olmamak durumuna gelemez. Ve dahi şöyle itikad ederler ki itikadında ehl-i sünnet ve cemaata muhalif bir inanışa sahip olan kimse velilik mertebesine ayak basamaz.
Sual: Peki öyleyse Beyazid-i Bes- tâmi’ye “Ne mezhebindensin?” diye soruldukta “Allah mezhebindenim” dediği nedir?
Cevap: Budur ki bu mezheblerin her birisi Allah mezhebidir. İmam Şafii ve İmam Ebu Hanife mezhebi demek mecazdır. Hakikatte bu yollar Allah’ın yoludur. Beyazid-i Bestâmi hakikatiyle cevap vermiştir. (İşin doğrusunu söylemiştir.) Yoksa ben bu mezheblerden değilim demek değildir.
Sual: Bu sofilerin ekseriya şiirlerinde ve kasidelerinde bazı sözler görürüz ve işitiriz ki o sözlerinden bunların tenasüh (Kişinin ruhunun, öl- düktn sonra bir başka bedende yeniden dünyaya gelmesi) mezhebinde oldukları anlaşılır. Mesela der ki: “Ben kâh bulut olurum kâh yağmur, kâh nebatat olurum kâh hayvan…” Bunun benzeri nice sözler işitiriz. Bunlar ne demektir?
Cevap: Halvetiye tarikatı, Ey benim kardeşim! Hazret-i Peygamber sallallahu teâlâ aleyhi ve selem buyurmadı mı ki, “Benim ümmetim ahirette on bölük olarak haşr olunur. Kimi maymun, kimi hınzır, kimi dahi başka şekillerde?. “O hayvanların suretine girmesinin sebebi nedir” denildikte, “Dünyada iken o hayvanların huyuyla huylanıp ve sıfatıyla sıfatlandığı için ahirette o surete girer” diye buyurdular. Mesela maymunun sıfatı koğuculuk ve gıybettir, hınzırın sıfatı haram yemektir. Bir kimsenin ekser huyu ve sıfatı koğuculuk ve gıybet etmek olsa o kimse her ne kadar itibariyle insan ise de, sireti içerisidir maymun olmuştur, lâkin görünmez. Ama olduğu vakit kendini o suretle bulur. Ne- ûzu billâhi teâlâ… Meğer ki tevbe edip ölmezden önce o sıfattan kurtu- la… Ve dahi Sultan-ı Kevneyn sallahu sallalahü ve sellem buyurdular ki: “En- nevmü ehli’l-mevt”, yani “Uyku ölümün kardeşidir”. Demek oluyor ki bir kişi öldüğü zaman ne halde olacaksa uykuda dahi kendisini o halde görür. Eğer muhasebe .ehli ise (kendini hesaba çeken kimselerden ise) yani “Hâ- sibû kable en tühâsibû = Hesaba çekilmezden önce hesabınızı yapınız” hadis-i şerifindeki muhasebe o muhasebedir ki her zaman kendi kendisi nin hesabını yapar… O zaman anlarsın ki rüyada tilki gördünse o kendi sıfatındır, o Hak Teâlâ’nın sana gösterdiği bir remzdir ki senin hilekârlıktan kurtulman için bir ihtardır, ta ki çaresini arayıp halas olasın. Maymun görürsen koğuculuk ve gıybeti terk et demeye remzdir. Hadis-i şerifte “Ölmezden evvel ölün” denilmesi bu muhasebeye remzdir. İmdi, bir kimse bir kâmil mürşide biat eylerse muhasebe ehli olur. Âlemde her ne var ise cümlesini görür ve geçer; gerek iyi, gerek yaramaz… Başlangıçta yaramaz sıfatlarını göstermeye başlar ve şeyhinin telkin ettiği ismullah o sıfatları mah- vede ede ta şu mertebe varır ki ekseriye rüyasında gördüğü insan-ı kâmiller olur; peygamberler ve veliler gibi… Ekseriya rüyasında bunları görürse si- ret itibariyle insan-ı kâmil siretinde olduğuna işarettir. İşte böyle bir kimsenin tarikat derecelerini tekmil ettikten sonra “Ben kâh nebat olurum kâh hayvan, kâh insan olurum” şeklinde konuşsa ve bunun gibi “âlemde her ne var ise ben olurum” dese, olur. Zira ahir mevcudat insandır. Kim insan mertebesine yetişti, cümleyi cami oldu. Bu sözlere ancak o dereceye gelen insan layık olur. Hasıl-ı kelam “Ben cümleyi cami oldum” demektir.
Ey kardeş! Sen böyle inanan sapıklardan ve kâfirlerden ırak ol, onlardan bucak bucak kaç. Yetmiş iki sapık mezhep içinde bunlardan azgını yoktur. Dünyada ve ahirette siret meshinden Allah’a sığınırız.
Sual: Sofiler şeriatta haram olan şeylerin bazısının helal olduğuna zâ- hib olmuşlar gibi geliyor. Zira şiirlerinde, mesela şarabı, meyhaneyi, kadehi veren mahbubu, o mahbubun zülfünü, yanağım, benini överler. Yüzünde olan hatları Kur’an’a benzetirler. Bunlar nedir?
Cevap: Bu sofiyyun taifesi taklidi imandan tahkiki imana sefer ettikleri gibi bütün şeyleri de zahirinden batınına ve suretinden manasına seyr etmişlerdir. Eşyanın cevherlerini nasılsalar, o şekilde görmüşler ve bilmişlerdir. Onun için ekser sözleri âleıîı-i manadır. Mesela şarabdan muratları nıarifetullahtır. Marifetulahm neticesi muhabbetullahtır. Şarabın neticesi aşk-ı ârızîdir. Aşkla muhabbet bir manayadır. Bu münasebetle şarap derler, muhabbetullah murad ederler. Muradları haram olan şarab değildir. Zira haram olan şarabı övmek, helal olduğuna zahib olmaktır ve şarabın helal olduğuna zahib olmak küfürdür. Meyhane derler, muradları mürşid-i kâmilin gönlüdür ki, muhabbetullah hâzinesidir. Kadehdcn mıı- rad, talibe miirid, derviş) telkin ettikleri kelime-i tevhid ve ismullahtır; yahud zebanından (dilinden) marife- tullah ile sudur eden kelimattır. Sa- lik dinledikçe o kelimelerin zevkiyle aklını yitirmiş bir sarhoş gibi olur. Mahbubdan murad, mürşid-i kâmildir. Zira mahbub görülünce, gönül muhabbet eder. Mahbubun azası mütenasip olup her bir nakşı yerli yerinde olduğu için gönül muhabbet eder. İmdi salike mürşid-i kâmilin derunun- daki marifetullah yüz gösterip salik o marifetle eşyayı görmeye başlayıp mürşidin her sözünü ve her işini ve her sıfat-ı bâtıniyyesini ve maarif-i ilâhiy- yeyi bilip ve anlamaya başladığı gibi gözüne o mürşid o mahbub-ı sûriden bin mertebe sevgili görünür. Zira mahbub-ı Sûri mahbub-ı tendir. Mürşid-i kâmil ise mahbub-ı candır. Zülüften murad mürşidin talibden yana tenezzül buyurup cazip kelimeler söylediğidir. Benden murad mürşidin istiğna âleminde, visâl-i zat denizinde müstağrak oluşudur ki ol vakitte gönlü irşaddan müstağni olur. Yanaktan
murad, mürşidin talibe göründüğü zaman talibin gönlünden iki cihanın fikrini kaldırıp sanki talibin kendi vücudunu yavu kıldığı (kaybettiği, unuttuğu) halidir. Yüzünde olan hatları Kur’- an’a teşbihten murad odur ki, yüzden maksad mürşidin gönlünün yüzüdür. Kur’an’dan murad ahiâk-ı ilahiyedir ki, “Allah ahlâkıyla ahifiklanıııız” hadis-i şerifi gereğince ahlâk-ı ilahiye ile ahlak- lanmış demek ister.
Sual: Bunlar, biz Allah’ı görürüz derler. Bu dünyada Hazret-i Resulul- lah sallallahu aleyhi ve sellemden gayrıya mümkün müdür?
Cevap: Mümkün değildir. Bunların Allah’ı görürüz demeleri, biz Allah’ı biliriz ve kudretinin eserlerini görürüz demektir. Yoksa Allah’ın zaafının künhü ve hakikati görülmekten münezzehtir. Ona gözler erişmez. 0’(nun ilmi) ise bütün gözleri ihâta eder.”
Hazret-i Peygamber aleyhissalatü vesselam buyurdu ki: “İhsan, senin Allah’ı görür gibi ona ibadet etmendir. Sen onu görmez isen de o seni görür.” Bu şekilde ibadet ihsan mertebesidir. Sofilerin bu sözü, biz Allah’a kulluğu ihsan mertebesinde eyleriz demektir. Hazret-i Ali Buyurdu ki: “Ben Allah’ı şöyle bildim ve anladım ki eğer gözümden perde kalksaydı ve ben onu görseydim hemen bildiğim gibi görürdüm ve anladığım gibi bulurdum, bildiğimin ve anladığımın hilafı zuhur etmezdi ” bu sözden dünyada görülmediği anlaşıldı. Bu kelamın sahibi o koca Hazret-i Ali’dir. O böyle söylerse gayrılar ne olmak lazım gelir, fehm eyle…
Sual: Bu sofilerin bazıları, biz ne cehennemden korkarız ve ne de cennet isteriz derler. Bu tüm bir küfür değil mi?
Cevap: O sözün küfür olduğu, cehennemden korkmayıp ve cenneti beğenmemek yönünden olursadıı. Bunların asıl maksatları odur ki, “Ya Rab, senin bizi yoktan var edip vücuda getirişin kendine aid bir fayda için değildir. İmdi bize layık olan da sana kulluğu kuıdimize aid bir sebep için etmememizdir. Ancak senin rızan için sana kulluk ederiz: Seninle bir alışverişimiz yok ki, cennet için veya gayri için kulluk edelim. Gerçi sen: “Şüphesiz ki Allah müminlerin canlarını ve mallarını kendilerine cennet (vermek) mukabilinde satın almıştır” buyurdunsa da, bu senin has kulların ile bu yüzden bir muameleye teneziiil etmendir ki, nihayetsiz liituflarım, sonsuz rahmetinin kemalini onlara bu yüzden bir izharındır. Yoksa haşa sen bey u şiradan (alış-veriş muamelelerinden) münezzehsin. Ve biz ibadeti halisen ve muhlisen (katışıksız bir niyetle) ancak senin için yaparız. Eğer ara yerde cennet ve cehennem olmasa bizim yine layıkımız sana ibadettir. Cennete veya cehenneme koymak senin bileceğin bir iştir. Her nice dilersen öyle edersin. Cennete koyarsan o senin fazlındandır. Cehenneme koyarsan adlindeııdir. Haşa zulüm değildir. Zulüm başkasının mülkünde fuzuli tasarrufla olur. Mülk ise cümle şenindir. Öyle olunca “Keyfe mâ yeşâ (Dilediğin gibi) tasarruf eylersin, zulm olmaz…” İşte sofiyenin o sözden muradları budur, gayri değildir.
Sual: Demiş idin ki şeriat ile hakikat birbirine asla muhalif değildir. Hakikatte şeriata muhalif itikad edecek bir şey yoktur. Ya şuna ne dersin ki, bunların arasında bir gizli sözleri var ki onu ehl-i zâhirden saklarlar. Muhalif olmasaydı hiç gizlerler miydi?
Cevap: Gizledikleri şeriata muhalif olduğundan değildir. Halkın aklına muhalif olduğundandır. Öyle bir inceliktir ki, herkes anlayamaz. Nitekim Hazret-i Peygamber, “İnsanlara akıllarının seviyesi derecesinde hitap ediniz, söyleyiniz” buyurdu. Zira her sözü herkese söylesen bazısını halkın bazısı anlamaz, hataya düşer. Sofilerin onu sakladıkları Hazret-i Peygamber’in bu emrine uymak içindir.
Sual: Bir kimse sofilerin bildiği ilmi bilmezse, şeriatın zahiriyle amel eylese ve onunla yetinse o kimsenin imanında ve Islamında sofilerden eksik yeri olur mu?
Cevap: Olmaz. Hatta değil sofilerden belki peygamberin imanından bile eksik olmaz. Zira İslam ve imam bir cevherdir ki, tecezzi ve taksim kabul eylemez. (Bölünme ve parçalanma- kaldırmaz) İman için artık, eksik denilmez. Padişah ile fakirin güneşten hisseleri beraber olduğu gibi…Şah ile dilencinin cisimleri azada beraber olduğu gibi… Şahın bedeninde ne kadar aza varsa dilencinin de o kadar azası vardır. İmanda cümle ehl-i imanın hisseleri beraberdir. Fazla ve eksik olmaz.
hakiki yaşam iyi