Estetik, güzellik ve beğeni yargısı kuramını, sanat ve sanat yaratışı kuramını inceleyen bilgi dalı.
Estetiğin Alanı
Estetik sözcüğü, köken açısından, duyusal algıya ilişkin olan, genel biçimde, akla ve anlayış gücüne karşıt olarak, duyarlığa ilişkin olan şey demektir. Kant transandantal estetikten söz ettiği zaman terimi, bu anlamda kullanmaktaydı. Ama Alman felsefecisi Baumgarten’in, güzelin, sanatın, sanatsal yaratışın incelenmesini 1750’de ilk olarak estetik diye adlandırmasından sonra, terimin bu anlamı özelleşti ve bir süre sonra yaygınlaştı (kuşkusuz daha önceki çağlarda da, estetiğin sorunları ele alınmıştı: ama alanı felsefenin içinde kalıyor ve özgül araştırmalara konu olmuyordu).
XVIII. yy’dan başlayarak, bu yeni bilgi dalının yeri belirtilmeye çalışıldı ve mantık nasıl doğrunun kural koyucu bilimi, ahlak da iyinin kural koyucu bilimiyse, estetiğin de ‘‘güzelin kural koyucu bilimi” olduğu ileri sürüldü. Ama güzele ulaşmasını sağlayacak kuralları sanata dışarıdan kabul ettirmeye kalkmak, tehlikeli, hattâ gülünç bir davranıştı. Üstelik güzellik de, sanatın biricik amacı olmaktan çıkmış, Kant, Kritik der Urteilskraft’ta (Yargı Gücünün Eleştirilmesi, 1790), güzeli, yüceden ayırt etmişti. O tarihten sonra birçok estetik kategori ortaya çıktı. Farklı sanat değerlerinin incelenmesi. güzelin ve yücenin yanı sıra ve onlar kadar önemli olarak, ulu, zarif, sevimli, trajik gibi değerlerin ve onlar kadar gerçek olan başka olumsuz değerlerin (çirkin, gülünç, kaba) ortaya konmasına yol açtı. Bundan ötürü, estetik, belli bir kavramın irdelenmesi olarak değil, beğeni yargısı, sanat yapıtı ve bunu doğuran yaratıcı girişim üstüne bir derin düşünme olarak anlaşılmaya başlandı.
Beğeni yargısı Kuramı
Sanatsal heyecanın gerçek doğası nedir?
Voltaire alaycı bir biçimde, “bir kurbağa için güzel olan şey, onun dişisidir,” diyordu; Edgar Poe da, düşünceye önem vererek güzelin, “matematiksel bir çıkarsamadaki sağlamlıkla” ortaya konduğunu ileri sürüyordu. Ama bunların tam tersine, bu heyecanın, içgüdüye de, akla da indirgenemeyen, bağımsız bir şey olduğu ve sanatın kişiyi hem heyecanlandırdığı, hem de düşündürdüğü ileri sürülebilir. Beğeni yargısı yalnızca öznel midir, yoksa evrensel bir değer mi taşır? Çoğunlukla ‘‘renklerle zevkler tartışılmaz” denir, yani eleştiri konusunda bir kuşkuculuk yaygındır. Ama sanatta her şeyin aynı değeri taşıdığı ve bir amatörün çiziktirmeleriyle Raffaello’nun tablolarının arasında değer farkı bulunmadığı ileri sürülemez. En azından, zamanla, belirli sanat yapıtlarının değeri konusunda bir görüş birliğine varılır. Öte yandan, hasıl olur da doğada ve toplum yaşamında çirkin bulunan bir şey, bir tabloda ya da bir başka yapıtta güzel bulunur (Goya’nın Yaşlı Kadmlar’ı, Baudelaire’in “Leş” [“La Charogne”] adlı şiiri, Picasso’nun Guernica’sı, vb.). Pascal, buna kızarak şöyle yazmıştır: “Orijinalleri beğenilmeyen şeylerin benzerlerini ortaya koyarak hayranlık uyandıran resim, kendini beğenmişlikten başka nedir ki!” jan- seniusçu bir hıristiyan olan Pascal, bunları yazarken, Tanrı’nın yapmış olduğu bir şeyi sanatçının yeniden ortaya koymasının boş bir sav olduğunu düşünmüştür. Ama burada söz konusu olan, bir yeniden ortaya koyma ya da taklit midir? Kant bu konuda şöyle demiştir: “Sanat, güzel bir şeyin canlandırılması değildir; ama bir şeyin güzel canlandırılmasıdır.” Gerçekten, sanatçının canlandırma tarzı, konunun kendinden çok daha önemlidir. Ama bu da, sanatın içeriğinin önem taşımadığı anlamına gelmez. Beğeni yargısı, kısaca, kültürlü ya da yetenekli sanatseverin, sanat yapıtına özgü olan özel yaratıştaki insansal değere yönelik duyarlığı olarak ele alınabilir.
Sanat ve Sanat Yaratışı Kuramı
Başlangıçta, sanat terimi, her çeşit tekniği dile getirmiş, “güzel sanatlar” denerek, bu tekniğin özgül bir bölümü belirtilmek istenmiştir. Peki, sanat yapıtını teknik bir nesneden ayırt eden şey nedir? Bazı nesnelerin hem yararlı, hem de sanatsal olması (bir köprü, bir tapmak, bir koltuk gibi), soruya yanıt yerilmesini daha da güçleştirir. Bu iki yanlılığı taşımadıkları için katışıksız sanatları (bir trajedi,bir senfoni)ötekilerden ayırt etmek mi gerekir acaba? Ama bu sanat ürünlerine de toplumsal, ahlaksal ve siyasal bir amaç yüklenebileceği için, bu alanda da aynı soruyla karşılaşılır. Gerçi bir nesnenin “işlevsel” yanı, onun güzel olmasını sağlamaya yetmez ama, “sanat için sanat” görüşünü benimseyerek dünya üstünde hiçbir etkisi olmayan bir yaratıştan söz etmek de, pek olanaklı değildir. Andre Gide’in de belirttiği gibi, “okurunu değişikliğe uğratmayan bir kitap, kötü bir kitaptır.”
Öte yandan, sanat yapıtı bir maddeye dayanır (müzik bile bakır telli, vurmalı çalgılarla yapılır). Öyleyse bu madde ile yapıt arasında ne gibi bir bağıntı vardır? Bazı maddelere bir ayrıcalık tanımak mı gerekir? Sanat, sürekli olarak niçin yeni malzemeler ve yeni teknikler arar? Sanatsal yaratışın kökenleri nelerdir ve bu yaratışta ne gibi gereksinimler dile gelir? Gizemci anlayış, zihinselcilik, toplumbilim ve psikanaliz, bu soruya çeşitli yanıtlar getirmişlerdir. Eflatun, “bu, tanrının bizde dile gelmesidir,” der; “yaratmak, bazı akılsal kurallar (altın sayı kuramı) uyarınca bir sorunu çözmektir”; Taine’den Marx’a uzanan bir dizi kuramcıya göreyse sanat, tarihsel, ulusal ve toplumsal “çevre”nin belirli bazı özelliklerini dile getirmektir; Freud’a göreyse, benliğimizdeki bir içgüdüsel çatışmaya, bu çatışmanın kökenlerini örten yüceltilmiş bir imge kazandırmaktır. Yapıtların ortaya çıkışını açıklama bakımından ilgi çekici olmalarına ve bazen etkileyici bir aydınlık getirmelerine karşın, bütün bu “açıklamalar”, indirgemeci ve tüketici oldukları ölçüde, sanatsal yaratışın özünün elden kaçırılmasına yol açar. Çünkü bu yaratış, yeniliktir; yani, yaratıcının ister kendinden ister dış dünyadan kaynaklanmış olsun, verilmiş hiçbir gerçeğe indirgenemez.
Bir Yapıtın Ortaya Konması
Bir yapıt nasıl işlenir ve ortaya konur? Alain’in dediği gibi, sanatçının, zanaatçının tersine, daha önceki bir modele, bir tabloya ya da belli bir nesneye bakarak yapıtını ortaya koymadığını kabul etmek gerekir. Bu model ancak, sanatçının çalışması ve icadı boyunca belirlenir. Sanatçının kafasındaki düşünce, çalışması boyunca ortaya çıkar. Düşünce, yapıtı seyredende olduğu gibi sanatçıya da daha sonra gelir ve sanatçının, doğmakta olan yapıtının seyredicisi olduğu söylenebilir. Deha, kendini yalnızca, yazılı, res- medümiş ya da seslendirilmiş yapıtta tanır. Yapıt üe halk arasındaki diyalektik üişkiler için de aynı şey söylenebilir. Gerçek ya da olası, tanınan ya da tahmin edilen, göz önünde ya da uzakta olsun, halk her zaman oradadır ve yapıt üstünde, az da olsa her zaman bir etki gösterir. Bundan ötürü, sanat yaratısının özünün, hem yaratıcının kendiyle uzlaşması, hem de coşku içinde başkasıyla uzlaşması olduğu ileri sürülebilir.
Bütün bu sorunlar karşısında, estetiğin, verdiği yanıtlardan daha çok soru ortaya koyduğu düşünülebilir. Ama günümüzde, estetiğin araştırma alanı, eskilerin somut yapıtlara kaygısız kalan güzellik metafiziği, estetiği kabul eden ve zaman zaman ondan yararlanan sanat tarihi ve belli ükelere de, felsefe kavramlarına da dayanmayan öznel ve keyfi bir yapıtlar eleştirisi arasında, kesin yerini almıştır.
Sanayide Estetik
Sanat ve makinenin karşı karşıya gelmesinden doğan sanayi estetiği, işlevsel nitelikleriyle dış görünüşlerini uzlaştırarak, fabrika ürünü eşyaların yapımına güzellik’ öğesini katmayı amaç alır.
XIX. yy’daki teknik gelişmeler sonucunda sanat ve sanayi hızla karşı karşıya geldüer. Makine kullanımı, kendine uygun biçimler bulmak yerine, 1850’den 1900’e kadar o günlerde moda olan üslubun (“modem style”) süsleme motiflerinin kullanıldığı bir kılık değiştirme biçiminde kendini gösterdi. Bu durumda, bazı sanat kuramcıları, güzellik ile sanayideki gelişmeyi bir- biriyle bağdaştıramayarak, el sanatlarına dönülmesini savundular. John Ruskin (1819-1900), VVilliam Morris (1834-1896) gibi bu düşünceyi savunan kişiler yazılarıyla büyük bir etki uyandırdılar; özellikle Fransa’da, meslek kavramının birey düzeyinde yüreklendirileceği Süsleme Sanatları Merkez Birliği’nin kurulmasına önay<ak oldular. Ama, şaşılacak bir biçimde, işlevsel olanın savunulduğu bir tepkiye de yol açtılar.
MUTHESİUS OKULU
Leon de Laborde’dan (1807-1869) sonra Paul Souriau (1852-1926), La Beaute rationnelle (Akılcı Güzellik, 1904) adlı yapıtında, güzel ve yararlının aynı nesnede bir arada bulunabileceklerini ve bulunmaları gerektiğini savundu. Souriau’nun düşünceleri” çağdaşlarına çok ters geldiyse de, Henry Van de Velde (1863-1957), Ruskin ile Morris’i bazı savlarının doğruluğunu kabul etmekle birlikte Souriau’nun görüşlerini de olumlu .<arşıladı ve 1907’de Deutscher VVerkbund’u (El Sanatları Okulu) kuran Herman Muthesi- us’la bir tartışmaya girdi. Konu, sanatçının ekip halinde, standartlaşmış bir biçimi mi üretmesi gerektiği, yoksa zanaatçı tarzında, tek başına mı çalışması gerektiğiydi. Muthesius bu iki çözümden, kesin olarak birincisini savunuyordu. Walter Gropius’un 1919’da VVeimar’ da, Muthesius okulunun eğitim çalışmalarını sürdürmeyi amaç olarak kurduğu Bauhaus, sanayide estetiğin öncüsü olarak önemli rol oynadı. Okulda Moholy, Nagy, Albers ve Mies Van der Rohe gibi sanatçılar, çokyönlü bir eğitim çerçevesi içinde dersler verdiler (Bkz. BAUHAUS). Gropius’un işlevsellik konusundaki düşünceleri, “konut birimi”nin yaşam biçimine akılcı bir biçimde uyarlanması üstünde duran Le Corbusier tarafından da paylaşıldı.
A.B.D’nde 1919-1929 yıllan arasında hızlanan sanayi üretimi, kitle halinde bir fabrikasyona yol aça- rak.çirkin ürünler ortaya koyunca, aralarında Gropius’un da bulunduğu birçok Avrupalı desinatör, gerçekte 1929 borsa bunalımı sırasında değişecek olan bu duruma bir çözüm getirmeye çalıştılar.
A.B.D’nde yerleşen Fransız mühendisi Raymond Loewy, bir Gestetner çoğaltma makinesinin mekanikliğine sertlikten uzak bir görünüş sağlamak isteğiyle, yalın bir biçim vermeyi düşündüğünde, sanayi dizaynının (Bkz. DİZAYN) başarısını kesin olarak sağlamış oldu.
Son Yorumlar