Abdülhakim Arvasi Kimdir? Hayatı ve Eserleri, Seyyid Abdülhakim Arvasi, Türkiye’de, son yarım asrın dini hareketleri ve tartışmalarında ismi sık sık geçen, pekçok sanat, edebiyat ve fikir” adamına etkili olmuş bir din ve tasavvuf büyüğüdür. Van’ın güneyinde Arvas köyündendir. Atalarının Bağdat’tan Van’a göç ettiği, yüzyıllardır Arvas köyünde oturdukları ve köydeki Kadiri dergahında babadan oğula çevreye telkin ve tesirde bulundukları belirtilmektedir. Abdülhakim Efendi’nin babası Mustafa Efendi de bir Nakşi şeyhidir. Abdülhakim Arvasi 1865 yılında doğmuştur. Kendisine intisap edenlerin belirttiğine göre, doğduğu gece evlerine Kadiri tarikatının kurucusu Abdülkadir Geylani’nin 12. göbekten torunu Seyyid Abdülhakim Efendi konuk olduğu için babası oğluna onun ismini vermiştir.
Abdülhakim Arvasi genç yaşlarında, çağın sosyal ve fen bilimlerini öğrenmek, dini konularda kendini yetiştirmek gayesiyle Irak ve Suriye’de dolaşmış, daha sonra köyüne dönmüştür. Abdülhakim Arvasi, köyünde yaptırdığı medresede çevrenin gençlerine din bilgileri öğretir, “İran’dan gelecek her çeşit siyasi ve dini akımlara karşı Müslüman halkı uyarır.” 20 yıl kadar süren bu çalışmalardan sonra Ermeni ve Rus işgali üzerine Arvasi ailesi köylerini terkederek Batı’ya gelir.
Abdülhakim Arvasi, İstanbul’a gelip ailesinden sağ kalanlarla birlikte Eyüpsultan civarında kendilerine hükümetçe ayrılan Yazılı Medrese’ye yerleşir. Arvasi bu yıllarda, yine Eyüp’te bulunan Kaşgari Dergahı’nda tarikat şeyhliği görevini sürdürürken, vaizlik, imamlık yapar, talebe yetiştirmeye devam eder.
Medreselerin, daha sonra da tekkelerin kapatılması üzerine Abdülhakim Arvasi ev haline dönüştürdüğü Kaşgari Dergahı’nda talebeleri ve ziyaretçileri ile sohbet ederek günlerini geçirmeye ve eserlerini yazmaya başlar. Bu arada (1930) Arvasi, Menemen Olayı nedeniyle tutuklanır, çok ağır suçlamalarla yargılanır. Mahkeme daha sonra onu olayla ilgili görmeyerek beraat ettirince tekrar Eyüp’e gelir. Beyazıt ve Ağa camilerinde vaazlar verir. Bir süre sonra da “İstanbul’da kalması sakıncalı bulunarak” Ankara’ya sürülür.
Abdülhakim Arvasi, Ankara’ya yakın Bağlum köyünde vefat eder ve oraya gömülür.
Bazı görüşler:
Abdülhakim Arvasi, “Süfi, mutasavvıf, fakir ve benzeri tabirler ve aralarındaki farklar” konusundaki konuşmalarını, “Tasavvuf Bahçeleri” isimli kitabında toplamıştır. Çok tartışılan ve çeşitli görüşlere neden olan bu konularda, son yıllarda Türkiye’de dini çevrelerde etkili olmuş bir tasavvuf büyüğünün görüşlerini öğrenmek yararlı olacaktır.
Abdülhakim Arvasi diyor ki:
“Avarif” adlı kitabın, onuncu faslında, tasavvuf adamlarının dereceleri üç mertebe halinde gösterilir. Birinci mertebe, “tabaka-ı ulya yüksek tabaka”dır ki, kamiller ve ermişler tabakasıdır. İkinci mertebe “tabaka-ı vusta orta tabaka’’dır ki, kemal yoluna girmiş olanlardır. Üçüncü mertebe de “tabaka-i süfla aşağı tabaka ”dır ki, eksik makamlarda kalmış olanlardır.
Kamiller ve ermişler, yani marifet yolunda gayeye varmış olanlar, “sabıkun-ileri geçmiş olan”lardır.
“Sabıkun-ileri geçenler”, asıl itibariyle sahabiler, tabiler ve onların da tabileri; varis olmak itibariyle de müçtehitler, müfessirler, muhaddisler ve tasavvuf ehlinin büyükleridir. Bu derecede olanlar, kainatın efendisi Allah resulü’ne ittibaları, yani her hallerinde O’na uymaları vasıtasıyla, zahirde ve batında vusul mertebesine ve üstün ahlak bütünlüğüne yükseldikten sonra, o mertebeden geri dönmeye, aşağı inmeye ve böylece, insanları hakikat yoluna davet etmeye mezun ve memur olmuş üstün kimselerdir. Onlar, kemale varmış, mükemmel zatlardır. Fazilet ve inayet Rabbi, onları seçmiş ve murat kılmıştır. Onlar, birlik cemiyetinin tükenmez kaynağında ve gerçek tevhidin engin deryasında boğulmuş, kendilerinden geçmişken; fena sahasından beka meydanına yükseltilmişlerdir. Bu üstün topluluk, bütün insanları, iki cihan sadetine erdirmek için ilmen ve zevken, yüksek derecelere terakki sırlarını ve düşük, kötü ahlakı da güzel ahlaka dönüştürme yollarını gösterir ve topyekun insanlara rehberlik ederler.
Salikler, kemal derecesine vardıktan sonra, ahlakı tamamlamakla emrolunmamışlardır. Yani henüz şuhud denizinde gömülü ve beka sahiline eriştirilmemişlerdir. Onlar, şeref kubbesinin sakinleri ve hayret denizinin yüzücüleri zümresinin yolunda olanlardır. Onlara “evliyayı müstehlikm-benliklerini eritip tüketen, harcanmış veliler” denmiştir.
Bu makamda olanlar da iki kısımdır: Birincisi, en yüksek gayeye talip ve Allah aşkına tutkun olanlardır. Bunlar, ahireti isteyen ve dünyayı terkedenlerdir. Dünyadan maksat, şeriatın yasakladığı kötülüklerdir. Diğeri de cennet talipleri ve ahiret isteklileridir. Bunlara, “sulehayı ümmetüm metin iyileri” de denir.
En yüksek gayeye, yani Hakka talip olanlar da iki kısımdır. Birincisi, tasavvuf ehlidir ki, bunlar nefsin bazı düşük sıfatlarından kurtulmuş ve büyük sufilerin üstün hallerinden bazısıyla vasıflanmış olanlardır. Onlar, bu hallerin son haddine yükselmeye ve onlara vakıf olmaya cehd göstermekle beraber, nefsi sıfatlarının kuyruğundan kopamamış ve bu yüzden de Allah’a yakınlık kazanan büyük Sûfilerin gayesine erişmekten geri kalmışlardır.
Hakka talip olanların diğer kısmına gelince, onlar da “Melamiye-i Hakk”dırlar ki, ihlasa riayette ve doğruluklarını muhafazada olanca gayretlerini sarfederler, titizlikle ibadetlerini gizlerler ve salih ameller cümlesinden tek bir sünnet ve müstehabın dahi terkine rıza göstermezler. Bütün faziletler ve nafilere yapışmayı bile kendi yollarının gereklerinden sayarlar. Onların meşrebi, daima ihlas üzere olmaktır. Onlar lezzetlerini kendi amelleri ve hallerinin Hakkın nazarında tek başına olmasında bulurlar. Asilerin, isyankarlıklarını göstermekten kaçınmaları gibi, onlar da itaat ve ibadetlerini izhar etmek, göstermekten öylece kaçınırlar ki, asla ihlas ölçüsüne en küçük bir gölge düşmüş olmasın…
Bazıları, “Melami’yi şöyle tarif etmişlerdir: “Melami, o kimsedir ki, hiçbir hayrı göstermez; hiçbir şerri de gizlemez…”
Salikler, kendi hallerine bakışları baki kaldıkça, Hak ile muamelede ve mutlak cemali mütalaada yabancı şeyleri tamamıyla nazarlarından çıkartamazlar.
Melamilerle Sûfiler arasındaki fark, odur ki, ilahi inayet cezbesi, Sûfileri büsbütün o hallerden koparıp ayırmış, halk ve benlik perdelerini, onların müşahede nazarından kaldırmıştır. Dolayısıyla onlar, taat ve ibadetlerinde, kendilerini de, halkın varlığım da ortada görmezler. Onlar, insanların görmelerine ehemmiyet vermediklerinden, hallerini örtmek ve ibadetlerini gizlemek gibi bir düşünceyle meşgul olmazlar. Eğer, vaktin maslahatını, yani zamandan yararlanmayı ibadeti göstermekte görürlerse, onu izhar eder, gösterirler; eğer gizlemekte görürlerse onu gizler, göstermezler. Onun için, Melamiler “muhlis-ihlas kazanmaya çalışan” Sûfiler de “muhles-ihlasta devamlı olan” topluluklardır. O ahiret yurdunu ananların, tam ihlasta olduklarını bildiren ilahi ifade, işte bu Sûfilerin hal vasıflarıdır.
Ahiret isteklileri, dört zümredir: Zabitler, abitler, fakirler ve hizmetçiler…
Zahitler, iman ve yakin nuru ile ilahi emirler ve ilahi cemali müşahede ederler ve şeriatın yasakladıklarını da pek çirkin bulurlar.
Bu zümrenin Sufilerden farkı odur ki, zanid kendi, nefsinin hazziyle Allah’tan mahçup ve gafil kalır. Nasıl kalmasın ki, cennet, nefsin haz makamıdır. “Orada nefislerin arzuladıkları şeyler vardır” mealindeki ilahi ifade, buna en büyük işarettir.
Sufiler ise, ezeli cemalin müşahedesi ve ebedi zatın muhabbetiyle iki cihandan da kopuk ve gafildirler. Öyle ki, onlar, ilahi yasaklardan yüz çevirdikleri gibi, ahiretten de sarfınazar etmişlerdir.
‘‘Dünya, ahiret ehline haram, ahiret ve dünya ehline… Allah ehline ise her ikisi de haram!” Hikmeti, işte bu manaya işarettir. Sufınin zühd makamındaki derecesi, zahidin derecesinden daha yüksektir.
Fakirler: Hakikatiyle zenginliğin, “Mutlak Malik” olan Allah’a ait olduğunu zevken ve vicdanen bilenler… Onlar, her ne kadar, mecazi manada zengin olurlarsa olsunlar, keşf nazarlarında, gerek kendilerini ve gerek kainatı, meydana getirmekte, devamlı kılmakta, güç vermekte, yerince yerleştirmekte; hasılı, her hal ve şanda, her an ve zamanda, her mevki ve mekanda Allah’a tam bir ihtiyaçla muhtaç gördüklerinden, cidden ve vicdanen fakirliği, bütün dış dünya ve dış varlıklara; zenginliği de yalnız mutlak kemal ve mülk sahibi Allah’a isnat ve tahsis ederler.
“Şüphesiz zengin olan Allah’tır, sîzler fakirlersiniz…” ilahi ifadesi, buna işaret…
Marifet yolunda, “fakir” olarak tanınan zat, kendi varlığını masivadan, yani, dış dünya varlığından bildiği için, ona fakir denmesi, kendi nefsinden kinayedir. Fakir denilince, bazı insanlar, büyük velilerin, üstün sahabilerin hal ve mal fakirliğini anlıyorlarsa, bu anladıkları, o büyük peygamberlerle, o üstün sahabiler, hatta o sahabilerin önderleri ve reisleri olan Ebubekir Sıddık, Osman Zinnûreyn, Abdurrahman b. Avf ve benzerlerinin mal sahibi ve zengin olmamaları lazım gelirdi. Yine din alimlerinin rehberi bulunan Ebu Hanife ve tasavvuf ehlinin reisleri olan Cüneyd, Gavsi A’zam, Ubeydullah Ahrar gibi büyüklerin de zengin olmamaları gerekirdi.
Görülüyor ki, bunlara, halk arasında bilindiği manada fakir denemez. Onlar, ilahi zattan başka, kendilerini hiçbir şeye malik bilmeyip, daima Allah’a muhtaç olduklarını zevken ve vicdanen bildiklerinden, tam olarak, kendilerine bu manada “fakir” denir. Keşf nazarında, varlık yokluk birdir.
Zira, varlıkta bile varlığından faydalanabilmek için, salik yine Hakka muhtaçtır. Dolayısıyla kalblerine, Allah ile olmak, bütün dış dünya alakalarını kesmek ve gönül huzuru içinde yaşamak gayesi hakim olur.
“Fakir”in, Melami ve Sufiden farkı, odur ki, fakir cennet talibidir ve nefsin hazzını ister. Melami ve Sufi ise, Hak talibidirler ve Hakka yakınlığı isterler. Fakirin, Sufilik makamından, bir ileri vasfı vardır ki, o da bütün haller, ameller ve makamları kendisinden ayrı görmesi, onları sahiplenmemesidir. Yani hiçbir amel, hal ve makamı kendisinde görmez ve kendisine mahsus bilmez, o kadar ki, kendisini de görmez… Onun keşf ve nazarında ne vücudu, ne zatı, ne sıfatı vardır. O, kendisini mahv ve fenada fani bulur. Yine o, hakiki varlığa nis-betle, mecazi varlıkları yok sayar.
Böylesi fakir, o fakirdir ki, peygamberler ve veliler dilinde övülmüş, medhedilmiştir.
Allah, bazı dostlarını, izzet ve şeref kubbesininn altında, yabancı gözlerden gizlemek isterse, onların zahirini, mal zenginliği ve ihtiyaçlıkla örter ki, böylece, dış dünyanın insanları, onları, dış dünyaya arzulu ve Hakkı bilmez şekilde görürler. Onların batini cemali, yani iç güzellikleri, gönül devletleri; gaflet ehli sır yoksunu namahremlerin gözünden işte bu suretle örtülmüş ve gizlenmiş olur.
Fakirliğin ve zühdün hakikati olan bu keyfiyet, Sufilerin hususi vasfı ve hallerinin gereğidir.
Tasavvuf ehlinden bazı mürşitlerin fakir görünmeyi istemelerinden murat, kendilerini kesretten, çokluktan muhafaza içindir. Bu manada onların istek ve iradeleri, Allah’ın iradesine dayalıdır. Onlar, şeriatta kötülenmiş olmayan her yola girerler. Bazıları, bütün ömürlerini, o büyük mürşitlerin, ziraat ve ticaret işlerine, onların hizmetlerine tahsis ederler. Bu hizmet, onların iç dünyalarını aydınlatır. Bu hizmetten onlar, kalp safasının ve batini terakkinin, nafilelerle uğraştıkları makamın üstünde olduğunu müşahede ederler. Bu yoldaki hizmetçilerin, her şeyde bütün nazarları Hak’tadır ve onlar, halkı, sadece bir vasıta ve Hakka yol veren bir bağ, bir rabıta bilirler. Bu makamın büyüklüğündendir ki, bu makamda mürşit ve hizmetçisi, birbirine müsavi bulunurlar. Ancak, bu makamda hizmetçinin amelinin, iyiler ve salihlerin ameli,mürşidin de batınının, ilahi yakınlığa erenlerin batını olduğuna vukuf hasıl olmaz. Hizmetçinin gözü sevapta, mürşidin muradı ise, sırf ilahi yakınlıktadır.
Abidlere gelince; onlar, daimi kulluk vazifelerine ve ayrıca pek çok çeşit nafile ve ecirli amellere sarılan, onlara devam edenlerdir. Onların en büyük maksatları, ahiret sevabına nail olmaktır. Dünyaya rağbet içinde bile, sureta ibadet mümkündür. Bir kimse pekçok işle meşgul olduğu halde ibadet edebilir.
Abdülhakim Arvasi’nin en tanınmış bağlılarından biri de Necip Fazıl Kısakürek’di. Ünlü şair, 1940’larda intisap ettiği Arvasi’nin irşat ve nasihatları çerçevesinde hayatını, fikirlerini ve sanatını yönlendirmeye çalışmış, ölümüne kadar Arvasi’ye bağlı kalmıştı. O, mürşidi Abdülhakim Arvasi’yi şöyle tarif etmişti:
“…Abdülhakim Efendi Hazretleri, basitlerin basiti gibi duran bir ifade içinde, bütün arz küresini hasır koltuğunun yuvarlak yastığı kadar küçültüp üzerine oturmuş, etekleriyle sımsıkı peçelemiş ve bunu belli etmemeyi en büyük marifet ve keramet bilmiş bir tavır sahibiydi. O etekleriyle gizlediği muazzam bir mabedin üzerinde oturuyordu. Beni anlıyor musunuz? Beni anlatamayan kelimelerin aczini Allah’a havale ederim…”
Son Yorumlar