İlkeleri 622’de Hz. Muhammed aracılığıyla açıklanan ve kutsal kitabına Kur’an-ı Kerim olan din.
İslâm sözcüğünün kökeni, Allah’a ve buyruklarına kayıtsız şartsız bağlanma anlamına gelen Arapça seleme’dir. İslâm dini (Müslümanlık) tek tanrılı dinlerin sonuncusudur ve yaklaşık 1 milyar (1992) insan tarafından benimsenmiştir.
İslamdan Önce
İ.Ö. I. binyıla kadar Arap yarımadası üstüne pek bir şey bilinmemekle birlikte, çivi yazısı ya da hiyeroglifle yazılmış bazı belgelerde çok kesin olmayan bilgilere rastlandı. Yarımadada bulunan, ilk Sami alfabesiyle yazılmış belgelerden, devenin evcilleştirildiği ve daha ileri bazı kabilelerin yarımadaya göç ettiği öğrenildi. Bir efsaneler kenti olarak anılan Ofir’in nerede olduğu saptanamamışsa da, Süleyman peygamberin zengin kervanlarının Arabistan’a altın ve günlük aramaya gittiği belirlendi. İsa’dan önceki yüzyıllarda Arabistan’da, birtakım düzensiz devletler kuruldu. Bu küçük devletler Saba ülkesiyle, Hadramut ülkesiyle, Habeşistan, Hindistan, Miısır ve İran’la ticaret ilişkileri kurmuştu. Bütün yarımadayı geçen kervanlar kuzeyde Yunan ve Roma uygarlıklarıyla karşılaşmaktaydı. Bu kavgacı göçebe halkın İslamdan önce puta tapıcı dönemdeki yaşamını belirleyen kalıntılar arasında, tapınaklar ve Tamul yazıtları önemli ipuçları verir. Kuzeydeki Araplar (Nabatiler) çalışkan ve zengin tacirlerdi. İ.Ö. 60’ta Roma’ya bağlandılar. Başka bir ticaret merkezi ve kervan konağı olan Tedmür, kraliçe Zeynep (Zenobia) zamanında (İ.Ö. 272) imparator Aurelius tarafından ele geçirildi.
Güneyde, Yemen’deyse, Saba ülkesi önce rahipler, sonra krallar tarafından yönetilmekteydi. Saba ülkesinin coğrafi durumu, bir süre Roma egemenliği altına girmesini önledi ama sonra Saba, Perslerle Bizanslılar arasındaki kavgalara katılmak zorunda kaldı. Ülkede Yahudilik, sonra da Hıristiyanlık gelişti ve Hıristiyan topluluğu burada halife Ömer’e kadar yaşadı.
Arabistan’da Hıristiyanlık, özellikle Nasturilik ve Monofizizm tarikatları yoluyla yaygınlaşmıştı, Yahudilerle aralarındaki çekişmeler de sürüyordu. Bedevi şeyhleri yarımadanın iç bölgelerini kabileler halinde örgütlemişlerdi; hemen her kabilenin de kendine özgü tanrıları vardı.
Sasaniler ve Bizanslılar topraklarını bu örgütlü bedevilerden korumak amacıyla, Suriye sınırında Gassani Araplarına, İran sınırında Lahm Araplarına birer küçük tampon devlet kurma izni vermişlerdi. Hicaz bölgesindeyse, bir konaklama merkezi olan Mekke, Perslerin ve Bizanslıların süregelen savaşları yüzünden. Kuzey Arabistan ticareti tehlikeye girince, önem kazandı.
VII. yy’da Arabistan’ı işgal eden kabileler Sami kökenliydi ve birçok krallık kurmuşlardı. En ünlülerinden biri olan Yemen Krallığı, bütün Güney Arabistan’ı kapsıyordu. Bu krallık 525’te Habeşler tarafından ortadan kaldırıldı. Kargaşa ortamı içinde,ulaşımı güç, verimsiz ve yoksul bir bölge olan Hicaz siyasal bağımsızlığını her zaman korudu. Yemen ve Suriye’den Romalıların baskısına dayanamayıp kaçan Arap ve Yahudi kabileler Hicaz’a sığınıyordu.
V.yy’da, Arap önderi Kussay burada küçük bir devlet kurarak, Arapların kutsal ziyaret yeri olan Kâbe’nin çevresinde Mekke kentinin temelini attı. Göçebe Arabistan’da Mekke ve San’a’da ilk kez yerleşik bir ticari burjuva sınıfı oluşuyordu. Kabileler arasında süren kan davası savaşlara yol açıyor, hayvancılık yapan kabileler, kız çocuklarını kuma gömerek öldürme töresini güdüyor, ozanları ve şiiri seviyor, lirik destanlar ve ağıtlar yakıyorlardı. Bu şiirler ve destanlar, kabileler arasında birlik ve bağlantıyı kurduğu için önemliydi. Arabistan sayısız tapınakla, tapınaklar da putlarla doluydu ama bütün bu tapınaklar Kabe ile yarışacak bir güç oluşturamıyordu, çünkü Arap kabilelerin hemen bütün putları Kabe’de toplanmıştı. Görüldüğü gibi, İslamın doğuşunun hemen öncesinde Arabistan oldukça ilkel koşullar altındaydı; ayrıca, bir süre sonra burada önemli bir gelişmeyi sağlayacak olan Arap gücü ve Arap uygarlığı konusunda hiçbir işaret ve belirti yoktu. Ne var ki, İslamın doğuşuna kadar, dünya tarihinde, bütün fetihçi güçler yalnız siyasal amaç ve tutkularla hareket etmişken, bu yeni oluşum, kendinden önceki bütün büyük dinlere karşı açtığı cihad-ı mukaddes (kutsal savaş) ile siyasal nitelikli değil, tamamen dinsel nitelikli bir hareket olarak tarih sahnesine çıkıyordu.
Son Yorumlar