Hegel Kimdir? Felsefi Görüşleri ve Başlıca Eserleri Nelerdir? Alman felsefecisi (Stuttgart, 1770- Berlin, 1831).
İlk ve orta öğrenimini Stuttgart’ta yaptıktan sonra Tübingen Hıristiyan Üniversitesinde okuyan Hegel, Schelling ve Hölderlin’le dostluk kurdu. 1793’ten 1800’e kadar önce Bern’de, daha sonra da Frankfurt’ta eğitmen olarak çalıştı. Bu arada bol bol Fransızca gazeteler okuyor, Kant’ın felsefesini öğrenmeye çalışıyordu, hatta özellikle Hıristiyan dini üstüne yazılar yazıyordu.
1800’de jena kentine geldiğinde, Jena Üniversitesi son derece ünlü bir merkez haline gelmişti; Schelling de burada ders veriyordu; Hegel tezini savunduktan sonra Schelling’le birlikte bir edebiyat gazetesi kurdu ve burada Kant, Fichte ve Schelling’in yapıtlarıyla ilgili metinler yayımladı. Bu arada jena düşünsel alandaki önemini yavaş yavaş yitiriyordu. Hegel’se görüşlerindeki yenilikleri, çevresindekilere günden güne daha da güçlükle kabul ettiriyordu.
Hegel’in felsefesi, felsefe tarihini özetlemesi ve aşmasının yanı sıra, çağımızın çeşitli düşünce akımlarına kaynaklık etmesi bakımından önem taşır. Hegel, tinin (zihnin) tarihini kapsayan ve aşan bir bireşim yapmaya çalışmıştır.
Tarihteki Diyalektik Akıl
Tinin ve doğanın birbirini dışladığını ileri süren Kant’ın ikiciliğine karşı çıkan Hegel, aklın tarih içinde olduğunu ve tarihin akılla kavranabileceğini ileri sürer. Yani Hegel’e göre, tin, doğanın ve tarihin içindedir. Başka bir deyişle, “akılsal olan her şey gerçektir ve gerçek olan her şey akılsaldır.” Dünya tarihi, somut bir etki gösteren metafizik ilke olarak, tinin tarihidir; tinin kendisini adım adım açarak ortaya koyuşudur. Tin, dünyayı hareket ettiren öğedir ve böyle olması bakımından, diyalektik bir süreç uyarınca, tarihsel olarak ortaya çıkar. Tin, kendini, kendisinden başka olanda (sözgelimi, maddede) olumsuzlar ve adım adım kendini ortaya koyar, kendini’hem aşar, hem de korur.
Tarihin akılsal bir anlamı, bir amacı vardır ve buna karşılık, akıl da, tin de, bir oluş doğuran tarihsel ilkelerdir. Akılda, tin de, kendilerini ortaya koyarlar ve daha sonra karşıtlarında kendilerine karşı çıkarlar ve böylece karşıtlıkları, onların bu karşıtlığını, olumsuzlayarak bir bireşim içinde birleştirirler (olumsuzlamanın olumsuzlanması). Tarihi ve tini, tin olarak tarihi kavramak için, olumsuzlamayı, çelişkiyi, mücadeleyi, kötülüğü, hatta savaşı bir yana bırakmak doğru olmaz. Tam tersine bunlar, tarihin ilerlemesini sağlayan ilkeyi oluştururlar ve tarih, kendini sürekli olarak aşarak bu ilke sayesinde, ne ise o hale gelir. Tomurcuk, çiçekte kendini olumsuzlar, çiçek de kendini olumsuzlar ve sürdürür; yani kendini meyvede tamamlar.
Hegel düşüncesinin getirdiği yenilik, tarihsel diyalektik bir süreç olarak “olumsuz”u, boş ve biçimsel bir uyum ve birlik adına bir yanaatmayıp, düşünceyle ve gerçeklikle bütünleştirmesindedir. Böylece düşünce, gerçeği tüm olarak kavrayabilir. Çünkü düşüncenin ve gerçeğin doğası özdeştir. Tin, çelişkileri, birleştirici bir bireşim içinde topladığı için, felsefenin konusu, tüm gerçekliğin ansiklopedik ve sistemli bilgisidir (kitapların adı da bunu gösterir). Bundan ötürü, Hegel’in çelişki üstünde ısrarla durması, aynı zamanda, her şeyde mantıksal bir yan bulan bir görüştür, yani her şey, akılsal terimlerle dile getirilebilir.
Üçlem: Özdeşlik, Yabancılaşma, Aşma
Hegel’in temel düşüncesi şudur: Kendini gerçekten ortaya koyabilmek için kendini olumsuzlamak ve kendinden başka bir şey olmak gerekir. Yani kendini bulmak için bir başka şeyde kendini yitirmek zorunludur. Bir başka deyişle, yabancılaşma, aşmanın hareket ettirici gücüdür. Hegel, Die phanomenologie des Geistes’inde (Tinin Fenomenolojisi, 1806) birçok tarihsel örnek vererek tinin, art arda gelen yabancılaşmalar ve aşmalarla, bireysel insanda ve tarihte kendini nasıl gösterdiğini açıklar. Tinin geçirdiği bu tarihsel serüvende, bireysel bilincin ve tarihsel bilincin izlediği yolu aynı anda gözler önüne serer. Bunu yaparken, belirli tarihsel ve toplumsal koşullara denk düşen tipleri ortaya koyar. Bu süreç boyunca tin, önce kendindedir (tez), sonra kendi dışına çıkar (antitez) ve hem kendinde, hem de kendi için varlığını tanımadan (sentez) ve mutlak tinde kendine dönmeden önce yabancılaşmaya uğrar. Bu üçlemsel süreçte tin, önce kendindedir (mantık) ve şeylerin yalnızca düşünülebilir yanlarını göz önüne alır; daha sonra kendinden çıkarak dış nesnelere yönelir (doğa felsefesi) ve son olarak maddede kendini olumsuzladıktan ve dışlaştırdıktan sonra kendinde ve kendi için varlığını bularak toparlanır; öz gerçekliğinde, nesnenin ve öznenin birliğinde kendi bilincine varır (tin felsefesi).
Tarihin her uğrağına, tinin belli bir evresi ve dolayısıyla da felsefenin belli bir bölümü denk düşer. Ama, bu üç uğrağın her birinde de üçlemsel bir hareket kapsanmıştır. Sözgelimi mantıkta, kendinde varlık kendini özde olumsuzlar ve kavramda aşar; doğa felsefesinde, zaman ve uzam, madde ve hareket, son olarak da mekanizm birbirini izler; tin felsefesindeyse, öznel olan kendinde tin (duyum, algı, anlayış gücü), nesnel tinde kendini olumsuzlar (hukuk, töreler, ahlaklılık) ve mutlak tinde kendini yeniden bulur (sanat, din ve felsefe). Yani her seferinde, bir üçlü hareket söz konusudur.
Tinin Fenomenolojisi
Tin, sürekli değişen “burada” ve “şimdi” sınırları içinde kalan duyusal kesinlikten yola çıkar, ama şeyleri birlikleri içinde kavrayan algıya ve şeyin birliğini çeşitli belirimlerinden ayırt eden anlayış gücüne ulaşır. Ama düşüncede, nesne gene de bilincin dışında kalır ve bilinç nesneyi Hegel’in kavram (Begriff; tutmak, kavramak anlamındaki begreifen’den) olarak adlandırdığı şeyde kavrar ancak. Öte yandan, “dünyada yalnız değilim”; birçok bilinç vardır; Kendi için bilinç, öbür bilinçlerin karşısındadır ve onları, tıpkı şeylere yaptığı gibi, savaşarak ya da yıkıma uğratarak olumsuzlamâya çalışır ve böylece kendini ortaya koyar. Ama başkası (öteki), “birey olarak bilinç edinmemin koşuludur”; “başkaları” olduğu için ben bir “ben’im. Demek ki, yıkmanın ardından boyun eğme gelir ve “başkasında kendimi nesnelleştirmeyi; başkasını, bana boyun eğen bir nesne haline getirmeyi”, boyun eğme sayesinde gerçekleştiririm.
Hegel, bireylerarası insansal, toplumsal, siyasal bağıntıları açıklarken ünlü “efendi köle,diyalektiği”ni ileri sürer. Çatışma halindekilerden biri, sonucun kendi ölümü olabileceğinden korkarak, ötekinin kölesi olur ve onun iradesinin aracı haline gelir. Ama köle, çalışmayla kendini oluşturduğu ve efendi, yaşayabilmek için köleye bağımlı olduğu ve bomboş, soyut bir aylaklık içinde yaşadığı için, köle de sonunda kendine özgü bir biçimde efendi haline gelir. Bu karşılıklı bağımlılık, stoacılığı ortaya çıkarır. Stoacılık, akıl ve yazgı adına, somut durumlara kayıtsız kalmaktır. Ama stoacılık da, kuşkuculuğa ve kiniklik’e (kinizm) ulaşır. Bu sonuncu anlayışlar, yaygın inanç ve düşüncelere önem vermezler, ama böylece, gerçekleştirilemez bir ideal uğruna yoksullaşmış ve toplum-karşıtı bir yaşamın benimsenmesine yol açarlar. Ayrıca, ahlaksal ideali (eylemde bulunmadığı için tertemiz kalan “yüce ruhlu insan” idealidir bu) ile gerçeklik arasındaki karşıtlıktan acı çeken “mutsuz bilinç”i doğururlar. Bu bilinçse, Hıristiyanların günah inancından doğan umutsuzluğun ve romantizmin kısır güçsüzlüğünün ve boş özlemlerinin habercisidir.
Demek ki, bilinç, özgürlüğünü hukukta sınırlayan ve nesnelleştiren toplumsal bir yaşamda nesnelleşmeli, yabancılaşmalıdır (yoksa özgürlüğü boş bir şeydir). Ahlak, aile, sivil toplum ve devlet, bilincin gerçek özgürlüğe ulaşmasındaki evrelerdir. Böylece tarihte de, despot, sivil toplum yurttaşı ve daha sonra devlet içindeki Hıristiyanın içsel özgürlüğü art arda ortaya çıkar. Site, çelişkilerin çözülmesini sağlamaz, çünkü burada birey ile toplum birbirinin karşısına dikilmiştir. Ama bir Tanrı sitesine inanmak da, mutsuz bilince geri dönmek demektir. Dünyanın tarihi, dünyanın verdiği bir yargıysa, despotun katışıksız özgürlüğünün, yurttaşın dışsal özgürlüğünde nesnelleştiğini ve bunun da Hıristiyanın içsel özgürlüğünde gerçek amaca ulaştığı söylenebilir. Hıristiyan dini, Tanrı’nın İsa’da tenleştiğini ileri sürerek, insanoğlu ile tümel varlık (Tanrı) arasındaki ayrılığı sona erdirmiş ve günahların bağışlanmasıyla da Kötülüğün (“olumsuz”un), bir bakıma ruhun kurtuluşunun koşulu olduğunu anlatmıştır. Mutlak varlığı maddede dile getiren sanat, çok önceden bir açıklama ye çözüm sunmuştu. Din ise, mutlak varlığı içsellik olarak, ama akılsal-olmayan bir biçimde dile getiriyordu. Bundan dolayı, tinin tarihinin sonuna ulaşmasını ve mutlak tini dile getirme işi, sanatın doğrularının ve dinin temel dogmalarının akılsal biçimde ortaya konması demek olan felsefeye düşmektedir. Gene de bundan dolayı felsefe, mutlak bilgidir.
Hegelcilik Nedir?
Hegel’in etkisi çok büyük oldu ve sistemine karşı çıkanlar bile kendi düşüncelerini, onu göz önünde tutarak ortaya koydular. Hegel, Eflatun’la ortaya çıkan metafiziği, felsefeyi sonuna ulaştırır, tamamlar ve belki de kapatır. Bundan dolayı Hegel, mutlak bilgi olarak felsefenin, yani her gerçekliği soyut düşüncede dile getiren sistemin bir simgesidir. Çağımızın büyük düşüncelerinin çoğu, onun felsefesinin hem yeniden ele alınmasının, hem de yadsınmasının sonucudur.
Stirner’in bireyci anarşizmi olduğu kadar Kierkegaard’ın varoluşçuluğu da, Hegel’in soyut bütünselciliğinin karşısına, somut bireyin önemini savunmak amacıyla çıkar. Heidegger’in ve Sartre’ın varoluşçulukları, Hegel’e karşı çıkarlar,ama onun etkisinden de kurtulamazlar. Ama Strauss’ın, Bauer’in ve, Feuerbach’ın (bu düşünür, insanın, dindeki yabancılaşmasını açıklamıştır) “hegelci sol’undan sonra, hegelci idealizme karşı çıktıkları halde, Hegel’e en fazla borçlu olanların, Marx ve ondan kaynaklanan diyalektik maddecilik olduğu söylenebilir.
Hegel’in Başlıca Eserleri
Das Leben jesus (İsa’nın Yaşamı, 1795, XX. yy’da basıldı); Differenz des Fichteschen und Schellingschen Systems der Philosophie (Fichte ve Schelling’in Felsefe Sistemleri Arasındaki Fark, 1801); Die Phânomenologie des Geistes (Tinin Fenomenolojisi, 1807); Wissenschaft der Logik (Mantığın Bilimi, 1812-1816); Enzyk-lopadie der Philosophischen Wissenschaften in Grundriss (Felsefe Bilimleri Ansiklopedisi, 1817);Grundlinien der Philosophie des Rechts (Hukuk Felsefesinin Temelleri, 1821); Vorlesungen über die Philosophie der Geschichte (Tarih Felsefesi Üstüne Dersler, 1837).
Cok sagolun cok isime yaradi