Tarih Eskiçağ Dönemi

Eskiçağ, Avrupa ülkelerinin çoğunda kabul edilen dört bölüme ayrılmış tarihin birinci dönemi.

Böyle bir bölümlemenin, keyfiliği bir yana, Avrupa dışındaki bütün tarihi göz önünde tutmadığını da belirt­mek gerekir. Söz konusu bölümleme, yazıyı bilen bazı toplumları dı- şarda bırakmakta ve böylece tarihsel toplumlara ilişkin bu tanımın dayan­dığı ölçütün ne kadar yapay olduğu­nu göstermektedir. Bu Avrupa mer­kezci düşünme biçimi, Eskiçağ uy­garlığını doğuran ya da zenginleşti­ren yabancı bölgeleri birer ek gibi ele alarak daha da aşırılığa kaçmaktadır (bu bölgeler arasında, Ortadoğu, Mı­sır, Anadolu, Mezopotamya, Suriye- Filistin, Iran ve bir ölçüye kadar Ku­zey Afrika sayılabilir). Indus kıyıla­rındaki Mohenco-Daro, And dağla­rındaki Tianuanaco, Mayalar, Çin’deki büyük Han imparatorlukla­rı, Hindistan’daki Maurya ve Gupta, Eskiçağ’ın kapsamına mı girer? Dekkan’ın güneyindeki Vicayanagar (Vijayanagar) kenti, imparatorlar Ro- ma’sının çağdaşıdır; Roma’yla ilişki de kurmuştur ve hemgörikemi, hem de nüfusu bakımından (ondan aşağı kalmamıştır. Ama Eskiçağ,her şeyden önce.İndus ile Atlas Okyanusu ve İs­kandinavya ile Büyük Sahra|arasında Batı uygarlığının oluştuğu potadır.

BELİRSİZ SINIRLAR

Öyleyse, bir kültürün ve kökeninin tarihsel sınırları nasıl belirlenebilir? Başlangıcını ve sonunu nereye bağ­lamak gerekir? Roma İmparatorlu- ğu’nun yıkılışım herkes Eskiçağ’m sonu saymaz. 378 (Gotlar karşısında Edirne’de Romalıların bozguna uğ­ramaları) yılının, daha yaygın olarak kabul edilen 410 (Alarik’in Roma’yı alması ve yağmalaması) yılının ya da 415 (Toulouse Vizigot krallığının ku­rulması) yılının, Eskiçağ’ın sonu ol­duğu ileri sürülür. Eski Yunan tarih­çileriyse, bizim Ortaçağ’ın sonu ola­rak saydığımız 1453 yılını, yani İs­tanbul’un alınışım Eskiçağ’ın sonu olarak görmüşlerdir! Eskiçağ’ın baş­langıcı konusunda da görüş birliği yoktur. Yazıyı bilen, Tufan’m çağ­daşları (İ.Ö. 2370’e doğru) olan ve Es- kiçağ’ın içinde sayılmaları gereken Sümerler ile sonraki çağların Hititle- ri, Keltleri, Eski Yunanlıları, Romalı­ları olan Hint-Avrupalıları (bunlar göçlerine başlamış ve tam o sırada Avrupa Protohistoryası’na girmişler­di) nasıl bir araya getirilebilirler? Bu durum, zamansal sınırların ne kadar keyfi olduğunu açıkça ortaya koyar. Bir kültür kavramı olan Eskiçağ’ın sı­nırlarının da kültüre ilişkin olması, bir insan anlayışından bir başka in­san anlayışına geçişi belirten olayla­ra dayanması gerekir. Tam anlamıyla Eskiçağ toplumları (bunların belli bir insan anlayışı vardır) ile onlardan önce gelen ya da onların yanı sıra bu­lunan Eskiçağ toplumları (bunlarda, sözünü ettiğimiz insan anlayışı yok­tur) arasındaki uçurum işte bu nokta­da kendini gösterir.

Gılgamış destanında görüldüğü gibi, Sümer’de! ya da Babil’de insanoğlu, hayvandan farklılaşmamıştır; Gök ile Yeryüzü’nün gizli kuvvetlerinin oyuncağıdır ve ancak, tanrıların ba­ğışlaması için yalvarabilir. Ama dün­yanın belli bir bölümünün denetimi, tanrıların elinden alındığında kesin bir adım atılmış olur. Bu adım, Hammurabi (İ.Ö. 1728-1686) yasaları ile ve hukukun ortaya çıkışıyla atılmış­tır. Ne var ki, hukuk kraldan kaynak­lanır; kralsa, tanrısal iradenin sözcü­sünden başka şey değildir. Mısır’da kral, tenleşmiş tanrıdır. İnsanoğlu, yaptıklarından sorumlu tutulma­maktadır henüz. Ama Zerdüşt ile bu sorumluluk da ortaya çıkacaktır: Ni­tekim ahlak, İran’da ortaya çıkmış, Kyaksares Medlerinin de katkısıyla Ninova’nın düşmesi (İ.Ö. 612), Asurluların boyunduruğundaki halklar tarafından, daha o zaman, ahlaksal bir cezalandırılma olarak görülmüş­tür. Babil’in Keyhüsrev tarafından alınması (İ.Ö. 539) da, o çağda büyük yankılar uyandırmıştır.

Babil’in ele geçirilmesi, Eskiçağ’m büyük imparatorluklarının sonunu ve yeni bir dünyanın doğuşunu belir­ler. Pers İmparatorluğu, birçok halkı ve ülkeyi kapsayan ilk büyük ve mer­keziyetçi devlet aygıtını kurarken, onun sınırlarında ve İonia kentlerin­de Eski Yunan kültürü doğmaya baş­lamış, söz konusu kültür, Pers soylu savaşçısından ve bürokratından farklı olan, devletin gücünden çok topluluk anlayışına ve dayanışması­na güvenen yurttaş-asker tipinde ye­ni bir insan yaratmıştır. İşte tam o  çağda Homeros, yapıtlarında, he­sapsız kitapsız davranan savaşçı Akhilleus tipinden, buluşlara yönelen düşüncesi doğa güçlerine meydan okuyan kurnaz denizci ve politikacı Odysseus tipine geçişi dile getirmiş­tir. Savaş ve deniz, tanrısal iradeler ve insan iradeleri, Ilyada ve Odysseia’nın, bir edebiyat yapıtı olmaktan daha çok Eski Yunan halkının doğu­şunu belirten bir belge, kendisini ta­nımasını sağlayan ulusal bir destan niteliği taşımasına yol açar. Eski Yu­nanistan, felsefeyi icat etmeden önce ilerlemeyi icat etmiş, felsefede ve ti­yatroda dile getirmeden önce kendi öz varlığının sınırlarını aşmıştır. Trajedinin felsefeyi nasıl doğurdu­ğunu Nietzsche ortaya koymuştu. Tıpkı destan gibi, Yunan tiyatrosu da, bizim yaşamdan ayrı bir etkinlik olarak anladığımız edebiyat anla­mında bir edebiyat değildir. Yunan kültürünün biricik gerçek edebiyat­çısı, bir kadın olan ozan Sappho’dur. Bunun nedeni de, kadının o dönem­de kamu yaşamının, yani kısacası ya­şamın dışında bırakılmış olmasıdır. Öte yandan Yunanlılar, Med savaşla­rı sırasında Pers İmparatorluğu’nun bürokratik ve bağdaşık olmayan var­lığını sarsmışlardır. Pers idealizmi, imparatorların aşın davranışlarda bulunmasına yol açmıştı: Kserk- ses’in, donanmasının bir bölümü­nün batmasına neden olduğu için ce­zalandırmak amacıyla denizi kamçılatması, buna örnek gösterilebilir. Oysa Sokrates, tersine, “kendini ta­nı” sözüyle, varlığının sınırlarını ta­nımaya yönelmişti. Yunanistan’ın Roma’ya bıraktığı mesai da budur ve Cicero işte bu mesaja kulak vermiştir. Cicero’dan önceki yazarların (Plau- tus ve Terentius) güldürüsü de, Ari- stophanes’in güçlü siyasal yergileri­nin düzeyine varamamış olmakla bir- ‘ikte, söz konusu yazarlar, edebiyatçı saydabilirler; çünkü amaçları, “si- te’yi yaşatmak değil, güldürmektir”. Onlar ile Cicero’nun ağırbaşlılığı arasındaki karşıtlık, Roma kültürü­nün ayırt edici özelliği olan kesin bö­lümlere ayrılma olgusunu açıkça gözler önüne serer. Cicero, De Orato- re (Hitabet Üstüne) gibi bir güzel ko­nuşma kitabı yazmayı hiçbir zaman aklından geçirmemiş olduğu söyle- nebilecekDemosthenes’i “üstat” say­mıştır. Romalıların, yalın erdemleri­nin ve yasalaştırmalarının karşıtı olan şey, Yunanlıların buluş tutkusu ve esnekliğidir. Cicero’nun yozlaştı­rıcı çevirilerinin ne anlama geldiğini anlamak için, Roma’nın Stoa felsefe­sini nasıl çığnndan çıkardığını (bu felsefeyi bir “cizvit” ideolojisi haline getirmişlerdir) görmek yeterlidir. Bu­nunla birlikte, Eski Yunanlıların mi­rası, gerçek bir Latin esiniyle birleşti­ğinde, Lucretius’un yapıtı gibi göz kamaştırıcı bir doğa öygüsü ortaya çıkmıştır. Burada, epikurosçuluğa ve Sokrates-öncesi evren açıklamaları­na yapılan göndermeler, çok çabuk kentleşmiş olan Romalının kırsal ya­şamın düşlerine dönmek isteyişinin akıl düzeyinde dile gelişinden başka şey değildir. Bu esinlenme, Vergili- us’un Bucolica’larında, Georgica’la- nnda ve Horatius’un yapıtlarında da­ha da açıklıkla düe gelir.

ESKİÇAĞ LATİN EDEBİYATININ DORUK NOKTASI

Augustus’un principatusluk dönemi sırasında Latin edebiyatı doruk nok­tasına ulaşmış ve devletin hizmetine girmiştir. Bundan ötürü, Vergilius’un çok iyi yazılmış olan ama derin bir soluktan yoksun bulunan Aene- is’i, Homeros’un yapıtıyla karşılaştı­rılamaz. Tarih ile edebiyat arasında yer alan Titus Livius’un Roma Tari­hi, bu resmî sanatın çok daha iyi bir örneğidir. Roma kendinden ancak, yozlaştığı dönemde içtenlikle söz edebilmiş, böylece, Roma yüceliği­nin çözülmesine yol açan bütün öğe­leri gerçekçi bir gözle yakalayan Pet- ronius’un kavrayıcı dehasının ürü­nü olan Satiricon ortaya çıkmıştır. Ne var ki, Vergilius’un kırsal gelene­ğinden sonra Petronius, kentsel bir esini dile getirmek gözüpekliğini göstermişse de, bu da pek uzun sür­memiş, tıpkı, Phedre’in, Aisopos masallarını kopya etmesi gibi, Antoninus çağı edebiyat rönesansı da (düşünür-imparator Marcus-Aureli- us’un kişiliğinde somutlaşır), siyasal yıkımlardan, Caligula’nın aşırılıkla­rından ve sahte sanatsal ürünlerle kendini yücelten Neron’dan sonra, Eskiçağ’ı yeniden kurma konusunda aşın bir çaba olmaktan öteye gide­memiştir.

Sonraki ozanlar, Helen saraylarının ozanlarına benzerler ve onlar için şiir yazmak, ne yapacağı bilinmeyen krallara dalkavukluk etmekten başka şey değildir. Bu ozanlar arasında yal­nızca, daha önce Cicero’nun temsil ettiği homo novus’un, Seneca ve Kü­çük Plinius gibi birkaç kalıntı örneği dikkati çeker.

Uzun süren çürüme ve son çöküş, Patmos adasına sürgün edilen Aziz Yuhanna’nın Apokalypsis’inde açık­lanmıştır. Eskiçağ’ın doruk noktasında, gelecek yıkımlara ilişkin bu görüş ve açıklamalar Eski Yunan dü­şüncesinin sığındığı gizemciliğin bir tanığıdır. Böylece, sonlu insandan sonlu insanlığa geçilir. Kendisinden sonra da yaşamaya devam eden bir dünyanın sona ereceğine ilişkin açıklamalar, bir tür felaketçi iyimser­likle, devletin sonsuz gücü karşısın­daki insanın güçsüzlüğünü parçalar. Yozlaşmış bir kültür mirasının belir­siz bir biçimde yönetilmesinden baş­ka savı olmayan devlet, siyaseti din­sel yönetime bağlayarak, Eskiçağ’ın edebiyat açısından yeniden doğma­sına yönelik bütün çabaları daha baş­langıçta ezecektir artık. Julianus Apostata’nm eskiyi canlandırma ve putatapar sanat-bilim koruyuculuğu çabalarına karşın, Bizans, imparator­luğunu, Eskiçağ kültürünün bir çeşit mumyası gibi ortaya koyacaktır. İus- tinianos, 529’da, Atina felsefe okulla­rını kapadığında, Babil’in ele geçiril­mesinin üstünden bin yıl geçmiştir. Bir zamanlar kurtarıcı olan tektanrı- cılık da, edebiyatın ve sanatın üstüne bir kâbus gibi çökmüştür.

Hadi Paylaş!Share on FacebookTweet about this on TwitterShare on Google+Share on RedditPin on Pinterest

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.