Heykel yapma sanatı.
Heykelcilik Tarihi
Arkeoloji çalışmaları sonunda gün ışığına çıkarılan sanatsal etkinliklerin ilk izlerinin Üst Paleolitik dönemden kalma olduğu anlaşılmıştır. Bunlar çok şişman ve cinsel özellikleri aşırı belirgin kadın heykelcikleri ile kayalar üstüne kazınmış duvar resimleriydi. Ancak, söz konusu dönemde, biçimleri uzanıda üç boyutlu olarak gösterme sanatının, bunların görüntülerini bir düzlem üstüne yansıtma sanatından önce gelip gelmediği konusu henüz açıklığa kavuşmamıştır. Burada söz konusu olan, her iki sanattan, yani resim ve heykelcilikten birinin öbürüne olan üstünlüğünü tartışmak değil, ikisi arasındaki ayrımı belirlemektir; kuşkusuz resmin de, heykelciliğin de kökenlerini büyü ve dinde aramak gerekir; ama bu iki sanat dalı da birbirinden tümüyle farklı uzamsal bir anlayış ve görüşe dayanır. Sözgelimi, Orinyasyen dönemden (yaklaşık İ.Ö. 20 000) kalmış olan Willendorf Venüsü, Lespugue Venüsü ya da Brassempouy Kadını Başı gibi heykelcikler, kendi üstlerine kapanmış gibi oldukları ve kaya resimlerinin “açık anlatısı”nın karşısında yer aldıkları kanısını uyandırırlar.
Tarih öncesi heykelcisi betimlemez, ama belli bir biçimi olmayan bir gereci, belli özellikte ve tek bir biçime ya da figüre dönüştürürdü; bu nesne de, gerçek madde olarak kalırdı. Resim sanatı, destek olarak kullandığı duvarı yadsıyıp, buradan yapay bir evrene açılır; heykelse, kendisini izleyenle aynı ortamda yer alır; bu çevrenin ışığını alır; aydınlık yerleri de gölgeleri de gerçektir. Ama, heykelcilik, fiziksel varolmayı en eksiksiz bir biçimde yeniden oluşturmaya yönelen bir sanattır.
İlk Uygarlıklarda Heykel
Orinyasyen ve Magdalenyen döneme özgü sanatın gelişmesi belli bir noktada değil de yer yer gerçekleşmiştir. Akdeniz çevresinde, Mezopotamya, Mısır ve Ege denizi uygarlıklarının doğması, heykelcilik alanında dev gelişmeler göstermeleri, bu dönemlerden binlerce yıl sonraya rastlar. Mezopotamya’da pek taş ocağı bulunmadığı için, yörede daha çok, kurutulmuş kilden küçük boyutlu heykeller yapılmıştır. Öbürlerine oranla daha zengin olan Sümer sanatında alçak kabartmaların yüksek kabartmaların zararına geliştiği görülür. İnsan figürlerinin yapımında belli kurallara uyulmuştur: Sözgelimi, figürlerin yandan değil de önden gösterimi; yüzlerin anlatımında dinginlik (Lagaş Gudeası, İ.Ö. XXII. yy.; Mari Tanrıçası,İ.Ö. XVII. yy.). Sümerlerden sonra gelen Asurluların, savaşçı insanlar olduklarını, Ninova ve Horsabad’daki krallık saraylarını süsleyen alçak kabartmalar (İ.Ö. VII. yy.) açıkça gösterir. Coğrafi açıdan daha iyi bir konumda olan Mısır’da gelişen uygarlık, otuz yüzyıl boyunca siyaset ve kültür açısından tarihte bir eşine daha rastlanmayan bir süreklilik gösterdi. Mısırlı heykelciler ağaç ve granit, bazalt, porfir gibi dayanıklı gereçler kullandılar; yaptıkları heykeller de birbirine benzerdi ve Lange yasasına uygun olarak gerçekleştirilmişlerdi. Eski İmparatorluksan günümüze Rehotep heykeli (İ.Ö. 2700) gibi şaşırtıcı bir gerçekçilik duygusu içinde yapılmış örnekler kalmıştır. Orta İmparatorluk döneminde heykeller daha da üsluplaştırıldı; önceleri yalnızca prenslerin ölümden sonra yaşadıklarına inanıldığı için heykelleri yapılıyorken, daha sonra orta sınıftan olanların heykelleri de yapılmaya başlandı. Yeni İmparatorluk döneminde, İ.Ö. 1372’ye doğru Amenofis IV (Akhenaton), hükümdar olduktan sonra, tektanrıcılığı benimsetmek istedi; sanatların da anlatımcı bir doğalcılığa yönelmesini sağladı; Amenofis IV’ün egemenlik döneininde heykel tekniğinde gözle görülür bir yumuşama ve esneklik görüldü (Ağaçtan Amarnalı Başı). Ama kısa süre sonra, Tutankhamon, din adamları sınıfını ve geleneksel kültü yeniden düzenledi; sanatta da eski özelliklerin geri gelmesini sağladı (kraliçe Nefertitfnm başı, İ.Ö. 1300’e doğru); Mısır heykelciliğinin kendine özgü saymaca niteliklerinde, firavunlar döneminin sonlarına doğru hafif bir yumuşama görüldü. Ege kıyılarında ve adalarında gelişen uygarlık ile Mısır uygarlığı aynı dönemlere rastlarsa da, Ege uygarlığı pek belirginleşememiştir. Minos halkı, Mikenler ve Akalardan günümüze büyük boyutlu hiçbir heykel kalmamıştır; yapıtları aynı derecede ilgi çekicidir ve Yunan sanatının temelini oluşturur. Yüksek kabartma biçiminde gerçekleştirilmiş olan dikkati çekici Yılanlı Tanrıça (İ.Ö. 1750’ye doğru) gibi heykelcilik ürünlerinde, çok keskin bir anlatım duygusu göze çarpar.
Eski Yunan’da Heykelcilik
Mısırlılar otuz yüzyıl boyunca aşağı yukarı birbirine tümüyle benzeyen biçimler oluşturdular. Dört yüzyıldan daha kısa bir süre içinde de, Yunan uygarlığı bütün sanat anlayışlarını altüst ederek heykelciliğin tümüyle yeni bir evrim geçirmesini sağladı. İlk değişiklik belirtileri, İ.Ö. VI. yy’da tapınakları süsleyen çıplak genç atletlerle, üstlerinde hafifçe kırışmış kolsuz birer manto bulunan genç kız heykellerinde görülür (Ptoion tapınağındaki Kuros, Akropolis’teki Kore). Heykellerin kaskatı durmalarına karşılık, bedenlerinden gerçeklik ve güzellik duygusu taşar; ama tümü de henüz soyutluk ve simgesellikten kurtulamamıştır; yüzlerinde donuk bir gülüş vardır. Bir yüzyıl sonra, bu gülümseme giderek silinip yerini yüz anlatımına bırakır (Delphoi’deki Auriga, İ. Ö. 475); beden kasılmışlıktan kurtulur. Kuros heykelleri, yerlerini canlı ve hareketli atlet heykellerine bırakır. Bu arada tunç kullanımında da ustalaşılmış ve o zamana kadar düşünülmeyen yapıtlar gerçekleştirilmiştir (Histiaia Zeus’u İ.Ö. 470’e doğru).
İ.Ö. V. yy’a özgü Yunan yapıtlarında, biçimsel bir uyuma dayanan yeni bir estetik anlayışının eliştirildiği bir gerçektir. Myron (İ.O. V. yy’ın ortalarında) Disk Atan Atletiyle, Küçük Polykleitos Doryphoros’uyla heykelcilik alanındaki ideal oranları (beden başın yedi katı büyüklüktedir) saptadılar; ama bu heykel anlayışına en yetkin biçimini veren Pheidias oldu. Parthenon tapınağının frizlerinde ve alınlıklarında Persephone, Demeter ve îris Grubu’yla (1.0. 447-432) Pheidias tam bir uyuma ulaştı ve bu uyum bir başkası tarafından aşılamadı. İ.Ö. leri ve yüzleri yaptı; Praksiteles kadın bedenini ilk olarak çıplak bir biçimde canlandırdı (Knidos Afrodit’i) ve atlet tanrıların yerine güçsüz ve bitkin halde gerçekleştirilmiş delikanlı heykelleri yaptı. Ünlü bir tunç sanatçısı olan Lysippos’un (Î.Ö. IV. yy’ın ikinci yarısı) yapıtlarınınsa yalnızca merda merden yapılma kopyaları bilinir (Apoksyomenes, Hermes Azara, Agias) ve bu yapıtlarda oran anlayışının Polykleitos’un kurallarına uymadığı görülür (beden başın sekiz katı büyüklüktedir). İ.Ö. IV. yy’da anıtsal yapıtların yanı sıra pişmiş topraktan heykelcikler yapılmıştır; bu heykeller ortaya çıkarılmış oldukları köyün adıyla (Tanagra, Boiotia’da) anılırlar. İskender’in ölümünden (İ.Ö. 323) sonra, Yunan kültürü egemenliği altına almış olduğu kültürlerin etkisinde kaldı ve sanatı da o tarihten sonra Helen sanatı diye adlandırıldı. Bergama Sunağı (İ.Ö. 197-159) ve Laokoon ve Oğulları (İ.Ö. 50), söz konusu dönemden kalmış en önemli yapıtlardır.
Heykelciliğin Batı Dünyasında Gerilemesi Ve Yeniden Doğuşu
Atina gücünü Roma’ya kaptırınca, sanatlar da ganimet olarak Roma’nın eline geçti. I.Ö. II. yy’dan İ.S. VI. yy’a, önce Roma, ardından da Bizans, Yunanlılar tarafından bulunmuş olan aynı estetik ideali benimseyip sürdürdüler.
İlkel Hıristiyan dünyası bunu benimserken, Roma estetiğini de değiştirdi; resme ve mozaik sanatına değer verirken, çok tanrıcılığa özgü tanrıların mermerden heykellerine ağırlık veren heykel sanatına kuşkuyla yaklaştı; yalnızca kabartmalardan, mezarları ve bazilikaların frizlerini süsleme öğesi olarak yararlandı. Anıtsal heykelcilik XI. yy’ın sonunda doğdu, ama roman kiliselerinin giriş sahınlarında ve alınlık tablolarında yer almaya başlayan heykeller, henüz arkaik Yunan heykellerinin klişeleşmiş olan o kaskatı görünümlerinin izlerini taşıyorlardı. Gerçekten de, sanat tarihçilerinin büyük bir bölümü, XII. yy’dan kalma roman heykelciliğine özgü kadın figürlerinin İ.Ö. VI. yy’dan kalma kore heykelleriyle benzerlikler gösterdikleri konusunda aynı düşünceyi paylaşırlar.
Fransa’daki Chartres katedralinin (1200-1250) yan kapılarındaki heykellerde, roman sanatının hareketsizliğinden, XIV. yy’a özgü esnekliğe geçen bir sanatın evrimini izleme düşüncesini olanağı vardır. Bu esneklik, kuşkusuz sanata karşı bir direnme biçimini açığa vurur ama, Nicola Pisano’nun (1220’ye doğru- 1287) Pisa vaftizhanesinin kürsüsünü (1260), ardından da Siena katedralinin kürsüsünü (1266-1268) yaptığı sıralarda, ya da oğlu Giovanni’nin Pisa’daki campo santo için İsa’nın Çilesi ve Son Yargı’dan alınma dramatik sahneler gerçekleştirdiği sıralarda (1301’edoğru-1311), değişik bir doğrultu ortaya çıkmıştır.
Gerçekten de, Nicola Pisano ve Giovanni Pisano, kısa süre soma da Donatello, Eskiçağ heykelciliğini yeniden buldular ve Rönesans dönemi estetik anlayışını başlatan sanatçılar oldular. Rönesans dönemi her şeyden önce, insan bireyselliğinin yeni bir yaklaşımıdır, en üstün “gövdesel sanat” olan heykel sanatı da, yeni hümanist dünya görüşü içinde ayrıcalıklı bir rol üstlenmiştir. Fransa’da Jean Goujon ve Germain Pilon’un (1537’ye doğru-1590) çalışmaları bir yana bırakılacak olursa, Rönesans heykelciliği özellikle İtalya’da ortaya çıkmıştır. İacopo della Quercia (1367-1438) Bologna’daki San Petronio’nun kapısında ve Siena’daki Fonte Gaia’da (1409-1419), bütün XV. yy’da görülecek olan insan bedeninin gücünü ağırbaşlı yalınlık içinde vermiştir.
Lorenzo Ghiberti Floransa’daki vaftizhanenin ikinci kapısında (1403- 1424) ve Cennetin Kapısı diye adlandırılan üçüncü kapıda (1425-1452), madeni, bir kuyumcu gibi kullanarak, kabartma alanında bir başyapıt oluşturdu. Son olarak Donatello, heykeli, mimari yapıdan çekip çıkararak, insan bedenini anatomi kurallarına göre eklemleyerek, kasları ve kirişleri aşırı derecede belirginleştirerek (Vaftizci Yahya, Tebşir, Davud] Yunan heykelcilik anlayışını yeniden geçerli kıldı. Donatello ayrıca, Roma döneminden sonra ilk olarak atlı bir anıtsal heykel olan tunçtan Gattamelata’yı (1447) yaptı. Donatello’nun etkisinde kalan Andrea del Verrocchio’ysa, hem gözüpekçe, hem de tumturaklı bir havada olan Davud’u (1476) ve atlı heykel Colleone’yi (1485) gerçekleştirdi; Verrocchio’nun yapıtı, birçok öğrencisini büyük ölçüde etkiledi ve Donatello ile Michelangelo arasındaki. geçişi sağladı.
MİCHELANGELO
Yüzyıl savaşlarının gotik heykelciliğin gelişmesini engellediği gibi, Rönesans da kısa sürede, İtalyan kentlerini yıpratan savaşlardan olumsuz yönde etkilendi. Bununla birlikte, Batı dünyasında heykel sanatı, Michelangelo’nun yapıtlarıyla bir doruk noktasına ulaşmakla kalmayıp, gerçek anlamda kendini aştı. Çabuk öfkelenen, Tanrı’ya inanan, ama tutkularının etkisiyle huzursuz bir kişi olup çıkan bu ressam ve heykelcinin yaptığı heykeller, kendi kendini aşmakla kendi kendini tüketmeye mahkûm olan ve arkasında yalnızca akademik bir anlayış bırakan bir sanatın dramım, evrensel olduğunu bilen ama, bazı görünümlerinin tersine, kendisini yaratan tarihsel çerçevenin ölçüsünü aşan bir sanatın dramını, son derece açık seçik bir biçimde gözler önüne serer.
Pheidias’ın tutarlı bir toplum için heykeller yapmasına karşılık Michelangelo, tatsız bir taşra yazgısını benimsemeye yönelmiş Floransa kenti için ve kaprisli sanat koruyucularından başka bir şey olmayan papalar için heykeller yapıyordu. Başlangıçta Floransa’da nispeten akademicilik anlayışı içinde çalışan Michelangelo, daha soma Roma’ya giderek Pieta’yı (1497-1499), ardından Floransa’ya dönerek Medici’ler için ünlü Davud (1501-1504) heykelini yaptı; Roma’ya çağrılarak kendisinden Julius Il’nin mezarını yapması istendi, ama bu çalışma yarıda kaldı. 1513 ile 1525 arasında Musa’yı ve Esirleri gerçekleştirdi. 1520’den 1523’e karar yeniden Floransa’da Giuliano Medici’nin mezarını yapmaya başladı (San Lorenzo kilisesi, Gündüz, Gece, Şafak ve Alaca Karanlık heykelleri). Son olarak 1550-1555 yılları arasında Floransa katedrali için Pieta’yı yaptı; 1564’te ölümünden birkaç gün öncesine kadar Rondanini diye adlandırılan bir başka Pieta üstünde çalıştı.
Baroktan Romantizme: Kaçırılan Fırsatlar
Eskiçağ sanat anlayışına dönüş, Rönesans sanatlarına biçimsel bir örnek sağladı. Resim sanatı kendine özgü bir uzam, bir süreklilik yaratarak bunu aştı; heykelcilik alanındaysa yalnızca bireysel etkinlikler görüldü. Hıristiyan dünyası, Micnelangelo’nun yonttuğu kahramanlar karşısında kaygı duyuyor,’ huzursuz oluyordu; Gösterişten vazgeçemiyor, saraylar ve kiliseleri kaplayan büyük boşlukları doldurma isteğinden kurtulamıyordu. Böylece kendisi için gerekli olan barok sanat doğdu. Bernini’nin Azize Teresa’nın Vecdi (1644- 1651) adlı yapıtı, dönemin estetik tutarlılığı konusunda büyük bilgi verir. Bernini daha çok İtalyan dekoru içinde yer alan yapıtlar vermiştir: Navona alanındaki çeşme (1647-1651); Trevi çeşmesi (öğrencileri tarafından bitirildi.)
Fransa’da başlangıçta barok sanat pek ilgi çekmedi; ama, Pierre Puget’nin yapıtları dışında, barok sanata karşı ileri sürülebilecek yapıtlar da oluşturulmadı. XVIII. yy’dan XIX. yy’a kadar katı estetik kurallarının ve akademiciliğin egemenliğinde kalan heykel sanatı bir gelişme gösteremedi. Bu dönemde yetişen sanatçılar arasında şunlar sayılabilir: Houdon (1741-1828; Diana, 1776); Canova (1757-1822; Pauline Bonaparte, 1808); Rude (La Marseillaise, 1833- 1835, alçak kabartma); Carpeaux (Paris gözlemevinin çeşmesi, 1867- 1872); Barye (1796-1875; Oturan Aslan, 1846).
XX. Yüzyıl Heykelciliği
Öbür sanatlara oranla iki yüzyıllık bir gecikme gösteren heykel sanatına, hiçbir okula bağlanmayan Rodin gibi büyük bir usta bir soluk getirdi. Kuşkusuz Rodin, bir hiçten doğmamıştır; her ne kadar Michelangelo’ya çok şey borçlu olduğunu söylemişse de, Carpeaux, Daumier, Barye gibi sanatçılardan da çok şey öğrenmiştir. XIX. yy’ın bitiminde büyük bir bireşim yapmayı bilecek, yaşamın dinamizmini yakalayabilecek, sanatını hem “biçimi doğuran ve ona egemen olan düşünce” kavramı üstüne kurabilecek, hem de bu biçimi, gerece gelivererek özgür kılacak bir sanatçının yetişmesi gerekiyordu.
Rodin’in yapıtı Düşünen Adam’dan (1880) Havva’ya (1881), Calais’li Burjuvalardan (1884-1889) Cehennemin Kapısı’na kadar yetkin bir mantık anlayışı içinde gerçekleşmiş, çarpıcı Balzac (1898) heykeliyle gelişmesini tamamlamıştır. Rodin’in Balzac adlı yapıtında, yeni başlayan bir yüzyılın “plastik” dili, insan figürünün kaynaklarım tüketmeye yüz tutmuş gibidir; bir şey tamamlandığı anda bir başka şeyin başladığı sezilmektedir. Müzeleri dolduran bu “başka şey”i anlatmak güçtür.
Günümüzdeki heykelcilerin en ünlü öncüleri arasında Brancusi, Archipenko, Boccioni, Lipchitz, Laurens, Gonzales, Arp, Zadkine, Pevsner ve Gabo sayılabilir. Bu sanatın değerleri Calder, Moore, Chadvvick, Giacometti, Richier, Max Bili, Noguchi, Nevel son tarafından belirlenmiştir; ayrıca Lardera, Hepworth, Schöffer, Etienne Martin, vb. heykelcilerin adlarını da saymak gerekir. Bütün bu sanatçılar tartışma konusu olsalar bile, her biri heykelcilik alanında yeni ve çok geniş bir ufuk açmıştır; kimi zaman karmaşık ve belirsiz olan bu yeni ufukta, XX. yy’ın kendine özgü dili, geometrik biçimlerin kesinliğine, yapılarının uçsuz bucaksız alanlarına, eski nesnelerin gizli şiirselliğine, vb. bağlanmayı bilir.
Son Yorumlar