Herhangi bir gereksinimin giderilmesinden ya da isteğin doyuma ulaşmasından doğan, tatlı bir duyum ya da duygu.
Hazzın Fizyolojisi
Acıyı inceleyen klasik ruhbilimin, hazzın incelenmesine aynı ölçüde yer vermemesi, kolay anlaşılır bir şeydir (bu incelemenin laboratuvarda gerçekleştirilmesi zordur). Bununla birlikte, ilk araştırmalar, haz ile acı arasında sıkı bir koşutluk bulunduğu düşüncesini yıkacak sonuçlar vermiştir. Sözgelimi, Alman fizyoloji bilgini von Frey, basınca ve sıcağa duyarlık gösteren noktalardan farklı olan ve omurilik beyaz maddesi aracılığıyla özel yollardan beyne bağlı bulunan acı duyucuların, yani “acı noktaları”nın varlığını ortaya koydu. Bunlara denk düşen “haz noktalarının bulunması için yapılan çalışmalarsa, tümüyle başarısızlığa uğradı. Son zamanlarda yapılan deneyimlerin, hayvanlarda ve bir olasılıkla da insanlarda, uyarılması haz davranışı doğuran beyin bölgelerinin saptanmasını sağladığı doğrudur (Olds ve okulu). Ama, bunlar sinir sisteminin merkez bölgeleridir ve uyarımlar, çok yapay koşullar içinde gerçekleşmiştir. Bu çalışmalar, hazzın, acıdan çok daha karmaşık bir fizyolojik ve ruhbilimsel gerçek olduğunu, incelenmesine de ancak organik, toplumsal ve kültürel yaşamın temel gereksinimleri ile arasındaki bağıntılar göz önüne alınarak girişilebileceğini gösterir.
Psikanaliz İncelemeleri
Bu doğrultuda çalışan freudcu psikanaliz, deneysel bir temele dayanarak, haz kavramını yenileştirdi ve zenginleştirdi. Bunu da, cinsel hazzı inceleyerek yaptı. Freudcu haz kavramı, özet olarak şu temel düşüncelere dayanır; Öncelikle, yaşamsal bir etkinliğin doyuma ulaştırılmasından kaynaklanan işlev hazzını, organ hazzından ayırtetmek gerekir. Sözgelimi bebek için, annesinin memesini emmek bir işlev hazzıdır; parmağım emmek- ise, bir organ hazzıdır. Organ hazzı, bedenin, erojen bölgeler diye adlandırılan belli bölgelerinde duyulan gerilimlerin, tat verecek biçimde giderilmesinden doğar. Bedenin herhangi bir bölgesi, erojen bir bölge haline gelebilir. Ama gerçekte, bedenin belli birtakım bölgelerinin bu özelliği edinme yatkınlığı vardır. Bunlar, oral, anal, üremsel bölgeler, göğüs uçlan, vb ’dir. Cinsellik konusunda, cinsel birleşmenin gerçekleştirilmesiyle bağlantılı olarak bir işlev hazzından söz edilebilir kuşkusuz. Ama geleneksel ruhbilim, cinsellik ve üremsellik kavramlarını özdeşleştirerek, yalnızca bu hazzı göz önüne almıştır. Oysa Freud’a göre, fizyolojik olarak olgunlaşmış yetişkinin üremsel organ hazzından önce, çocukluğun ilk yıllarında, erojen bölgelerin uyarılmasından ve her çeşit yaşamsal işlevden bağımsız olan bu uyarımın giderilmesinden doğan bir dizi karmaşık doyuma ulaşma da vardır (çocuk cinselliğinin, otoerotizmin [istimna] bulunması). İnsanoğlunun, ergenliğe ulaşmadan önceki bu dönemlerde cinselliğini gerçekleştirme tarzı, daha sonraki duygu yaşamının dengesi açısından büyük önem taşır. Üremsel dönem öncesi cinsel hazzın varlığım araştırmacının gözünden kaybettiren şey, üremsellikten farklı olarak doğuştan beri var olan yaşamsal işlevlere dayanmasıdır. Meme emen bebek, önce besinsel bir haz alır ve cinsel nitelik taşıyan bir haz da bunun üstüne eklenir (parmak emme, bu hazzın yerine geçen etkinliktir).
Erojen bölgelerin uyarılmasından doğan haz, salt fizyolojik terimlerle açıklanamaz. Bu bölgeler, çeşitli insan kültürlerine bağlı olarak değişen ruhsal-toplumsal bir çerçeve içinde çocuğun bedeninin, içinde bulunduğu insan çevresiyle derin duygu ilişkilerine girdiği noktalar ve kendisine gösterilen sevginin barındığı yerlerdir. Bundan ötürü, kişiliğin oluşumunda rol oynarlar ve tam anlamıyla ruhbilimsel bir önem taşırlar. Bu görüşleri genelleştiren Freud, her çeşit haz arayışını haz ilkesi diye adlandırdı ve bunun, insan yaşamım yöneten iki temel ilkeden biri olduğunu ileri sürdü. Haz ilkesi, insanın ruhsal yaşamının bütün bilinçli ya da bilinçsiz itkilerini en kısa yoldan doyuma ulaştırmayı gerekli kılar.
Ama karşıt bir ilkeyle, yani gerçeklik ilkesiyle de çatışır. Bu ikinci ilke, toplumsal-kültürel yasaklamaların sonucu olarak birey bakımından zararlı durumların ortaya çıkmasına yol açacağı için, bu hazzı bir yana bırakmayı zorunlu kılar. İşte o zaman, haz ilkesi dolambaçlı yollar izler ya da düş ve yüceltimde doyuma ulaşmaya çalışır.
Haz Ve Acı İkiliği
Eski Yunan felsefecisi Epikuros, haz ile acı arasındaki bağıntıyı açıklamaya çalışırken, hazzın, bedensel acıların sona ermesinden ve ruhsal tedirginliklerin dinmesinden başka bir şey olmadığım söylemişti. Gerçekten de haz, bir gereksinim giderildiği zaman ortaya çıkar. Gereksinimse, bir eksikliktir, yoksunluktur, acıdır. Gereksinimin, acıyla bu biçimde bir tutulması, kıtlık çeken uygarlıklarda sık sık görülür ve bu uygarlıklarda bilgelik denilince, gereksinimleri gidermekten çok, onlardan kaçınmak anlaşılır. Görüldüğü gibi Freud da, hazzı, gerilimlerin hafifletilmesine bağlayarak Epikuros’un kuramı doğrultusunda düşünmüştür. Bu açıklamanın, haz kavramının ruhbilimsel zenginliğini eksiksiz olarak dile getirip getirmediği sorulabilir. Maurice Pradines (Les Sens du besoin, 1932; Traite de psychologie generale I [Genel Psikoloji İncelemesi I],1943) hazzın, acıdan bambaşka bir işlevi olduğunu belirterek, temel duygulanım yaşamında ikiye ayrılmanın bulunduğunu ileri sürer. Yanılgı, gereksinimin eskiden beri acıyla bir tutulmasından kaynaklanmaktadır ve bu, ruhbilimsel açıdan yanlıştır. Çünkü insanoğlu, giderebildiği zaman gereksinimlerini çoğaltmaya yöneldiği halde, acılarını çoğaltmaya hiçbir zaman yönelmemekdir. Aslında, gereksinim, özümlemeye (besinsel, cinsel, topluluksal) bağlı normal bir olgudur. Acıysa, organik bir düzensizliğe yanıt veren özelliği taşıyan, bir savunma mekanizmasıdır. Bir gereksinim (açlık, susuzluk, istek), gereksinim olması dolayısıyla acı vermez ve ancak işareti olduğu yoksunluk, bedensel değişiklikler doğurduğu zaman acı verici olur. Aristoteles’in çok iyi gördüğü gibi haz, gereksinimle bağıntılıdır; yaşamsal etkinliklere, doyuma ulaştırılan itkilere bağlıdır. Umduğu doyumu önceden kestiren ve hatta, daha iyi aşmak üzere kendisine engeller yaratan haz, zihnin en yüksek işlevlerini, zekâyı, belleği, hayalgücünü işin içine sokar. Oysa acı, şu ya da bu ölçüde düzenli bir savunma tepkisi doğuran, basit bir neden olarak etki gösterir. Acının olduğu gibi hazzın gelişmesi de, uzun evrimi boyunca kendini, gittikçe incelen uyarımlara duyarlı hale getiren bir varlığın, yani insanoğlunun zekâsının ödemek zorunda kaldığı bir cereme gibi görünüyor. Ama burada, deneysel araştırmanın bir yana bırakmak istediği felsefi bakış açılarıyla karşılaşıyoruz. Son laboratuvar çalışmalarının, fazla özel bulunan haz ve acı terimlerini bir yana bırakarak, olumlu ve olumsuz değer terimlerini kullanmaya yönelmesini açıklayan da işte budur.
Olumlu değer, nesnenin özümlenmesine yönelik bir etkinliğin gözlemlenebilir yanını belirtir. Olumsuz değerse, reddetme ya da kaçınma tepkilerinin tümünü kapsar. Böylece, yapılacak açıklamalar daha kesinleşmiş olmakta, ama burada söz konusu olan acı ve haz gerçeklerinin yarattığı sorun, ortadan kalkmamaktadır.
Son Yorumlar