Gerçekçilik Nedir? Edebiyatta, sanatta, resimde ve şiirde gerçekçilik Dünyanın nesnel görünümünü olduğu gibi yansıtmaya çalışan edebiyat ve sanat anlayışı (realizm).
EDEBİYATTA GERÇEKÇİLİK
Gerçekçilik, doğayı, nesneleri, insanları, güzellikleri ve çirkinlikleri göz önüne almadan ve yazarın hayal gücündeki görünümleri bir yana bırakılarak “gerçeklikleri” içinde canlandırmaktır. Bundan ötürü, Ortaçağ’ın birçok metninin Furetiere (XVII. yy.) ve Diderot (XVIII. yy.) gibi romancıların, Stendhal ve Balzac gibi romantizm çağı yazarlarının, bir ölçüde gerçekçi oldukları söylenebilir. Romantizm çatışmalarının en kızgın zamanında, Balzac’ın bir tümcesi, gerçekçi romanın nasıl olması gerektiğini belirtiyordu: “Yazar, yersiz olarak roman diye adlandırılan yapıtların üstünlüğünü belirten biricik şeyin ayrıntılar olduğuna kesinlikle inanmaktadır.” Öyleyse, romancının ödevi, bilimsel gözleme dayanarak çağının törelerinin tarihini ortaya koymaktır. Bununla birlikte, geleneksel olarak gerçekçi romanın büyük ustası olarak görülen Balzac, birikmiş ayrıntıları kopya etmek yerine, gerçeği, çağının toplumunu, tutkulara kapılmış insanı, “yeniden ortaya koyan” bir yaratıcıydı. Aynı biçimde, İngiliz toplumunu yakından ve ayrıntılarıyla canlandıran Dickens da, bakan insan olmaktan önce duygulanan bir insandır. Onlardan sonra da Flaubert, yazının sınırları ve anlamı üstünde durmuştur: Flaubert’e göre, gerçekçi olmak, en doğru sözü bulmaktır.
SIRADAN GERÇEK
Gerçekçi romanın ustaları Balzac ve Dickens, gerçekçi sözünün kendileri için kullanıldığını görmeden öldüler.
Gerçekçi terimi, romantik duygusallığa ve Fransa’da İkinci İmparatorluk “budalalığına, basmakalıplarına ve yavan düşüncelere” tepki gösteren yazarlar için daha sonra ve yaygın olarak kullanıldı. Bilim yöntemlerinden esinlenmek, olguların incelenmesine ve dile getirilmesine sıkı sıkıya bağlılık, işlenen konunun arkasında silinip gitmek, bu anlayışın ilkeleriydi.
Aslında, ne kadar gerçekçi varsa o kadar gerçekçilik ortaya çıkmıştır. Gerçekçilik kuramı, Le Realisme (Gerçekçilik, 1857) adlı kitabında, bu yeni sanatın, kökçe demokratik olduğunu ileri süren Champfleury ile belirginleşti. Realisme dergisinin (1856-1857) yöneticisi Duranty, “akla uygun olduğu, anlayışgücünün ve kamu çıkarının gereksinimlerini karşıladığı ve her tür yalan ile düzenbazlıktan uzak olduğu için, yaşadığımız çevrenin doğru, eksiksiz ve içtenlikle canlandırılmasını sağlayan inceleme doğrultusunu” savundu. Bu okulun en ünlü yazarları, Goncourt kardeşlerdi.
Gerçekçiliğin ilkesi (sıradan gerçeğin göz önüne alınması) ile canlandırılması arasındaki karşıtlık, gerçekçilerin üslup konusunda titizlik göstermelerine ve araştırmalar yapmalarına yol açtı. Bu yazarlar, en bayağı ve kimi zaman çirkin nesneleri, büyük bir incelikle, dikkatle, büyük çaba harcayarak canlandırmaya yöneldiler. Ama bunu yaparken, ilkelerinin dışına çıktıklarını, bir başka “doğru”, kendi yaratışlarının sonucu olan fantastik bir doğruluk ortaya koyduklarını fark etmediler. Böylece, bir yanda, ayrıcalıklı alanı roman olan, ama Parnasse okulu şiirini de etkileyen bir gözlemci gerçekçilik ve öte yanda, asıl gerçekliği maddesel ve görsel dünyamızdan başka bir yerde bulan bir keşifçi gerçekçilik ortaya çıktı. Baudelaire şöyle yazıyordu: “Şiir, en gerçek olandır, ama ancak,bir başka dünyada tamı tamına doğru olan şeydir.” Meskalin kullanarak yazdığı metinlerinde Henri Michaux da, Norman Mailer ya da Jack Kerouac gibi A.B.D’li ozan ve romancılar da bunu unutmayacaklardı kuşkusuz.
ÇEŞİTLİ ETKİLER
Şiir alanında gerçekçilik, Banville’in, Leconte de Lisle’in ve Parnasse okulu ozanlarının yapıtlarında kendini gösterdi. Tiyatrodaysa Scribe, Emile Augier, Dumas Fils tarafından temsil edildi. Eleştiri ve tarihte bu anlayışı, Renan, Taine ve Fustel de Coulanges benimsedi. Ama gerçekçilik romanda, Champfleury ve Duranty ile Maupassant’ın ruhsal yaşantı incelemeleri ve Zola’mn geniş kapsamlı yapıtlarıyla pekişti. Sistemli bir biçimde ele alınan gerçekçilik, doğalcılığı ortaya çıkardı. İki dünya savaşı arasındaysa, doğalcılığın bir çeşidi olan popülizm ağır bastı. Gününlüzdeki tartışma (gerçekten de bir tartışma vardır), gerçeği aslına uygun olarak ya da olmayarak, ilginç olarak ya da olmayarak canlandırma gibi konulara ilişkin olmaktan çok (Batı, toplumcu gerçekçiliği benimseyenlerin önemle üstünde durdukları sorulara pek ilgi duymamaktadır), yazılı yapıtın okunabilirliğine, bir söz söyleyebilmenin olanaklı olup olmadığına ve iletişimin kurulabilip kurulamadığına ilişkindir. Ayrıca, sinema, gerçekçi romanın yerine geçmiştir ve İkinci Dünya savaşından hemen sonra en fazla hayranlık duyulan sinema akımlarından birinin İtalyan yeni-gerçekçiliği olması da, unutulmaması gereken önemli bir olaydır.
TÜRK EDEBİYATINDA GERÇEKÇİLİK
Türk edebiyatında konusunu gerçek yaşamdan alan, toplumdaki gerçeklikleri anlatan edebiyat ürünleri çok eskiye dayanır. VIII. yy’dan kalan ve anı-söylev üslubunda yazılmış olan Orhon Yazıtları, Göktürklerin siyasal, toplumsal, iktisadi yaşamlarıyla ilgili kimi gerçekleri ortaya koymaktadır. Divan edebiyatı döneminde gezi, sefaretname, gazavatname, surname gibi düzyazı ve şiir türleri, halk edebiyatında destanlar, ağıtlar, kimi efsaneler ve halk hikâyeleri, yaşamın bazı kesitlerini gerçekçi biçimlerde yansıtmalarıyla ilgi çekmişlerdir.
ROMAN VE ÖYKÜDE GERÇEKÇİLİK.
Türk edebiyatı, batılı anlamda gerçekçilik akımını Tanzimat döneminde tanımıştır. Samipaşazade Sezai, esirlik ve insan ticareti üstüne yazdığı Sergüzeşt (1889) romanında, romantizmden tümüyle sıyrılmamış olmasına karşın gerçek gözlemlerden yararlanmış, kişilerin davranışları ve iç dünyalarını oldukça gerçekçi bir biçimde vermiştir. Aynı zamanda ozan □lan Recaizade Mahmut Ekrem, Araba Sevdası’nda (tefrikahalinde 1886, kitap olarak 1895) batılılaşmayı günlük yaşamın akışına uyarlayamayan züppe bir tipi (Bihruz Bey), gerçekçi gözlemlere dayanarak anlatmıştır. Türk edebiyatında, gerçekçiliğin ilk başarılı örneğini Nabizade Nâzım’ın Kara Bibik (1890) adlı uzun öyküsünde görmekteyiz. Antalya’nın bir köyünde geçen olay, gerçekçiliğin hemen bütün ilkeleri göz önünde bulundurularak anlatılmıştır. Öyle ki, kişilerin konuşmaları da yöre ağzının özelliklerini taşımaktadır. Gerçek bir “milli roman” örneği vermek amacıyla yazdığı Turfanda mı Yoksa Turfa mı? (1891) adlı romanında Mizancı Murat, gerçekçi gözlemlere dayanarak ülkenin o sıralardaki yönetim biçiminde, aile yaşamında, askerlik düzeninde gördüğü terslikleri eleştiri konusu yapmıştır. Servet-i Fünun dönemi yazarları, batılı gerçekçi yazarları daha yakından izleme olanağı buldukları için,* ortaya koydukları yapıtlarında da gerçekçilik akımının ilkelerine sıkı sıkıya bağlı kaldılar. Halit Ziya Uşaklıgil, Mavi ve Siyah’ta (1897), romantik bir kişi olan roman kahramanı Ahmet Cemil’in İstanbul’daki dramatik yaşamını (Babıali ile olan ilişkilerini, sevgilerini, yüce umutlarını, vb.); Aşk-ı Memnu’da (1900), hazıryiyici, alafrangalık düşkünü İstanbul burjuvazisinin yoz değerlerle kuşatılmış yaşamını anlatmıştır. İlk psikolojik roman olarak kabul edilen Eylül’de (1900) de Mehmet Rauf, kendi yaşamından kimi kesitleri verirken, gerçekte umarsız bir aşkın, o dönemin değer yargılarına uygun biçimde acılı sonucunu, gözler önüne sermeye çalışmıştır.
Milli Edebiyat döneminde Anadolu’ ya açılan ve Cumhuriyet döneminde gelişip serpilen Türk roman ve öyküsü, gerçekçiliğin her türlü anlatım özelliğinden yararlanarak Ana-dolu insanının günlük yaşamını, doğa ile savaşımını, yüzyıllarca ihmal edilmişliğinin verdiği güven-sizliği, vb’ni oldukça çarpıcı sahneler halinde gözler önüne sermeyi bilmiştir. Başta gene İstanbul olmak üzere, Anadolu’nun çeşitli yörelerinde yaşayan insanların dramatik yaşamı, özellikle o yöreleri yakından bilen, o yörelerde doğup büyüyen yeni yazarların katkısıyla geniş bir bakış açısından yansıtılmıştır. Herhangi bir edebiyat topluluğuna bağlı olmayan Hüseyin Rahmi Gürpınar, yaşadığı Meşrutiyet, Birinci Dünya savaşı, Cumhuriyet dönemindeki uygarlık değişiminin çeşitli halk kesimlerinde nasıl algılandığını, eski-yeni çatışması düzlemine indirgeyerek, oldukça yalın bir dille ve yer yer gülmece öğeleriyle sergilemiştir. “Yeni Lisan” hareketinin kurucularından olan Ömer Seyfettin, “gerçeği görül-düğü gibi, edebiyat yapmadan yazmak” isteğiyle kaleme aldığı öykülerinde Balkan Savaşının acıklı yıllarını (Bomba),çocukluk dönemini (Falaka), bazı insanların yozlaşmış değer yargılarını, yaşama biçimlerini konu alarak işlemiştir. İngiliz roman etkilerini gösteren yapıtlarında Halide Edip Adıvar, yakından tanık olduğu ve bizzat yaşadığı Kurtuluş Savaşının çeşitli yönlerini (Ateşten Gömlek, 1922), coşkulu bir dille, destansı sayılabilecek bir havada vermeyi başarmış, bazı romanlarındaysa Türkiye’nin yaşadığı ikiliği, Doğu- Batı bireşimi içinde sunarak çözüme kavuşturmaya çalışmıştır. “Irmak- roman’ın Türkiye’de en başarılı temsilcisi sayılan Yakup Kadri Karaos- manoğlu, Türkiye’nin Tanzimat’ tan 1950 yıllarına kadar geçirdiği siyasal ve toplumsal evreleri, bu evrelerde görülen eski kuşak-yeni kuşak çatışmalarını (Kiralık Konak,
1922) , parti kavgalarını (Hüküm Gecesi, 1927), Mütareke’de İstanbul burjuvazisinin ahlakça yozlaşmışlığını (Sodom ve Gomore, 1928), Kurtuluş Savaşı yıllarındaki bir Anadolu köyünü (Yaban, 1932) Atatürk devrimlerinin toplumca benimsenmesi olgusunu (Ankara, 1934) gerçekçi gözlemler ve başarılı vurgulamalarla yazmıştır. Maupassant’ın etkisinde kalan Refik Halit Karay, gözlemlere dayanarak yurt gerçeklerini roman ve öykü yoluyla kamuoyuna sunmuştur (Memleket Hikâyeleri, 1919). Milli Eğitim müfettişi olarak uzun yıllar Anadolu’da görev yapan Reşat Nuri Güntekin, özellikle Emile Zola’ mn Hakikat (Verite) romanını çevirdikten (1929) sonra, romanlarında toplumsal olaylara ağırlık vermiş, Anadolu’nun çeşitli bölgelerini, çeşitli insan tiplerini gerçekçi gözlemlere dayalı olarak betimlemesini bilmiştir “Benim her romanımda kendi hayatımda parçalar vardır” diyen Peyami Safa da bazı romanlarında toplumsal düzenin kişinin ahlak değerlerinde yaptığı tahribatı, Doğu-Batı sorununun yarattığı bunalımı ve özellikle de kişinin içyaşamında yaşadığı dramı (Fatih-Harbiye, 1931) romanlaştırmıştır. Memduh Şevket Esendal ise günlük yaşamın sıradan, önemsiz olaylarını, kişilerini genellikle iyimserlik çerçevesinde öyküye sokmuştur. Sabahattin Ali, konusunu Anadolu yaşamından aldığı öykülerinde, insanın acılarına, eşitsizliğe, ezilmişliğine gerçekçi bir tutumla yaklaşmıştır. Kuyucakiı Yusuf (1937) romanı, Meşrutiyet, Balkan Savaşı ve sonrasının getirdiği toplumsal değişmeleri bir kasaba yaşamına yansımış biçimleriyle vermesi nedeniyle top- lumsal-gerçekçi romanın ilgi çekici örneklerinden biri sayılır.
1960 yıllarında, sanayileşme, kent-leşme, Anadolu’nun yeni bir gerçekçilik açısından görülmesi, Almanya’ya işçi olarak giden insanların ve orada doğan genç kuşağın dramı, pek çok çağdaş roman ve öykücünün konu dağarcığına girmiştir. Öbür çağdaş gerçekçi yazarlar arasında da Kemal Tahir, Orhan Kemal, Fakir Baykurt, Sait Faik Abasıyanık, Attila İlhan, Bekir Yıldız, Çetin Altan, Samim Kocagöz, Mehmet Başaran, Kemal Bilbaşar, Necati Cumalı, Tank Buğra, Demirtaş Ceyhun, Füruzan, Adalet Ağaoğlu, Sevgi Soysal, Haldun Taner, Erol Toy, vb. sayılabilir.
ŞİİRDE GERÇEKÇİLİK
Türk şiiri batılı anlamda gerçekçiliği Servet-i Fünun döneminde tanımıştır. Tevfik Fikret’in şiirlerinde, özellikle de toplumsal özün ağır bastığı ikinci dönem şiirlerinde, yaşamın gerçekliğine batılılaşma sürecinde yeni boyutlar getirme çabası söz konusudur.
Türk şiirinde gerçekçi eğilimler, toplumun geçirmekte olduğu siyasal, toplumsal değişimlere koşut biçimde olmuştur. Sözgelimi, Mehmet Emin Yurdakul’un Türkçe Şiirleri (1900), Osmanlı-Yunan ve Balkan Savaşları sırasında halkın yaşadığı acıları, sorunları toplumcu bir sanat anlayışıyla yansıtmıştır. Şiirinde anlattıklarının hepsinin,gördükleri olduğunu belirten Mehmet Âkif Ersoy, özellikle manzum-öykü türündeki yapıtlarında gerçek yaşamdan aldığı konuları, zaman zaman öğretici, epik bir üslupla işlemiştir. Beş Heceliler diye tanınan Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, Halit Fahri Ozansoy, Enis Behiç Koryürek Anadolu gerçeğini, gerçekçi bir tutumla yansıtmayı amaçlamışlar; bu arada şiirlerine ulusal duyarlığın özelliklerini de katmışlardır.
Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde toplumcu gerçekçi sanat anlayışını benimseyen Nazım Hikmet, biçim bakımından ölçü, uyak gibi bağlar-dan şiirini kurtarmış, serbest nazmı yaygınlaştırmıştır. Nazım Hikmet’ ten sonraki toplumcu gerçekçi ozanlar arasında İlhami Bekir Tez, Haşan İzzettin Dinamo, Rıfat İlgaz, Cahit Irgat, A.Kadir, Enver Gökçe, Ahmet Arif, Attila İlhan, Şükran Kurdakul, vb. sayılabilir.
Garipçilerden Orhan Veli gündelik yaşantıları, bu yaşantılarda yer alan insanı, şairaneliğe kaçmadan, zaman zaman yergi ve alay üslubuna da başvurarak anlatmıştır. Ceyhun Atuf Kansu ve Cahit Külebi de yem şiirin ilkelerine bağlı kalarak, Anadolu toprağında yaşayan insanların acılarını, umutlarını, sevinçlerim, ezilmişliklerini, yer yer romantizme kaçsalar bile, gerçekçi biçimde vermeyi başarmışlardır. Fazıl Hüsnü Dağlarca’ysa, geniş konu yelpazesinde yer alan ulusal-tarihsel-evrensel -konulu şiir-lerinde gerçekçi tutum ve yaklaşımı benimsemiştir.
Günümüz şiirinde Refik Durbaş, Kemal Özer, Hüseyin Yurttaş, Ab- dülkadir Bulut gibi ozanlar, dış gerçeklikle kendi bireysel gerçeklerini çeşitli oranlarda kaynaştırıp dışa vuran şiirler yazmaktadırlar.
SANATTA GERÇEKÇİLİK
Sanat alanında gerçekçilik kavramının incelenmesi, karşımıza birçok güçlük çıkarmaktadır. “Gerçeklik nedir?” sorusunu, büyük öncü hareketlere bağlı sanatçılar ve belki de bütün çağların sanatçıları yazılarıyla değil, yapıtlarıyla yanıtlamışlardır. Bununla birlikte, bazı sanatçılar, gördükleri şeyleri, “nesnel” olarak ve “yan tutmaksızın” canlandırmaya yöneldiklerini bilerek ve açıkça söylemişlerdir. Gerçeği olduğu gibi canlandırmaya yönelen gerçekçi ressamlar, konularını da bakışlarını da sınırlamıyorlardı. Bundan ötürü, resim alanındaki gerçekçilik, öznel bir şey olarak ortaya çıktı.
Ayrıca, XIX. yy’ın ikinci yarısındaki bazı ressamların benimsediği öğreti olarak görülen gerçekçilik’in anlamı, sağlam bir tanıma olanak vermeyecek ölçüde bulanmıştır. “’Gerçekçi okul”un başı olarak kabul edilen Courbet, bu terimin yerinde olmadığını birçok kez belirtmiş ve şöyle demişti: “1830’da yaşayanlara romantik yaftasının zorla yapıştırılması gibi, bana da gerçekçi yaftası yapıştırıldı. Bu tür nitelemeler, hiçbir zaman doğru değildir. Doğru olsaydı, yapıtlara gerek kalmazdı.”
BELİRSİZ ÖLÇÜTLER
Sanat tarihçilerinin çoğu için gerçekçilik terimi, 1848 ile 1860 arasında,hem romantizme, hem de geç kalmış bir yeni-klasikçiliğe karşı çıkan bir hareketi belirtir yalnızca. Ama bu kavram, bir sanatçının değil de bir başkasının gerçekçi diye niçin nitelendiğini açıklamaya hiçbir zaman yetmemiştir (işin ilgi çekici yanı, Jules Dalou dışında, heykelcilerin gerçekçi olup olmadıkları konusu da ele alınmamıştır). Gerçekçi ressamın, konusunu, yaşadığı çağın olaylarından alması gerektiği üstünde durulmuştur. Ama Gericault’nun konu olarak çağdaşı olduğu bir olayı ele alan ve siyasal açıdan yankılar yaratan Meduseun Salı adlı yapıtı da gerçekçi bir resim değildir. Nitekim Taç Giyme de David’in gerçekçi ressamlar arasına sokulmasını sağlayamaz. Bir resimdeki ahlaksal yön de, bu tür bir yapıtın gerçekçi olmasını sağlayan bir neden değildir. Halka Öncülük Eden Özgürlük’te, Sakız Adası Kıyımından Sahneler’dekinden daha “gerçekçi ” olan Delacroix, Yafa Vebalılarını yapan Gros kadar yabancıdır gerçekçiliğe.
İDEALİN OLUMSUZLANMASI
Proudhon, Taş Kırıcıları “edim halindeki ahlak” ve Ornans’da Bir Gömme Törenini “derin bir ahlakçının” cesur bir karşı çıkışı olarak görerek, Courbet’yi bir “toplumcu gerçekçi” olarak niteleyebilmişti; çünkü bu iki yapıtta da ressam eğitici bir amaç güder gibiydi. Ama, Courbet’nin birçok başka resminde (Kadın ve Papağan, Kız ve Martılar ya da Venüs ve PsykheJ herhangi bir “eğitsel” amaç kendini göstermiyordu. Oysa Courbet 1 aynı savaşı veriyor, aynı sanatı ortaya koyuyordu. Bu karşıtlık, Courbet’nin ve gerçekçiliğin düşmanlarının olduğu kadar, Proudhon’un değerlendirmelerinin de,konudan çok konunun canlandırılmasını temel aldığını gösterir.
Belki de, Courbet’nin, “gerçekçiliğin temeli” olarak gördüğü“idealin olum- suzlanması’nın temel ilkesinin ya da nedeninin, konunun gerçeklik tarafından aşılmasının bir sonucu olduğu söylenebilir.
1848 DEVRİMİ’NİN RUHU
Courbet’nin köy yaşamım canlandırmasından (Buğday Eleyen Kadınlar, 1854) önce Daumier ve jean-François Millet (1815-1875), halktan insanları resmetmişlerdi. Her ikisi de, sanatçının,“çağının tanığı” (Daumier) olması
gerektiğini düşünüyorlardı ve hiç kuşkusuz bunu bilinçle yerine getirmişlerdi (özellikle Daumier). Ama günümüzde Courbet, Corot ve 1848 Devrimi’nin ruhunun harekete geçirdiği bütün sanatçılarda, “gerçekçi” bir nesnellik kaygısı bulmak oldukça güçtür. Dostu Michelet gibi Daumier de, tarihin gerçekliklerini tutkuyla değişikliğe uğratıyordu ve halka ilişkin konuları işlediğinde (Çamaşırcı KadınJ, gözönünde tuttuğu amaç nesnellik değildi. Millet ise, toplumcu propaganda yapmak amacıyla, canlandırdığı köylüleri “muhteşem paryalar”haline getirdiği için çağdaşları tarafından eleştirilmiştir.
GERÇEKÇİ AKIMIN GENİŞLEMESİ
Fransız gerçekçiliği, özellikle de Courbet’nin sanatı ile Millet’nin üslubu bütün Avrupa’da etki yaptı. Belçikalı Charles De Groux (1825- 1870), Henri de Braekeleer (1840- 1888), Hollandalı jozef İsraels (1824- 1911), İspanyol Mariano Fortuny (1838-1874) ve Marti Alsina (1826-, Romanyalı Grigorescu (1838- 1907) ile Andreescu (1850-1882) ve doğalcılığa eğilimli daha başka sanatçılar, gerçekçi akımın en iyi temsilcileri olarak kabul edildi. Gerçekçi ressamlar konusundaki tartışma sona ermiştir, ama gerçekçilik kavramına başvurmak, estetik biçimlerin oluşumu konusunda hâlâ bazı sorular ortaya çıkarmaktadır.
Son Yorumlar