Felsefi Düşünce ve Felsefenin Bunalımı

FELSEFENİN BUNALIMI

XIX. yy’daki “Hegel-karşıtı” büyük düşünürler (Kierkegaard, Marx, Nietzsche) ve Freud, bilginin bütün­selleştirilmesi olarak ele alınan felse­fenin günümüzdeki bunalımından sorumlu tutulabilirler. Bu düşünür­ler, felsefenin bilerek dışında kaldık­larını ileri sürerek, Hegel’de, felsefe kavramının kendisiyle karışan bir felsefe tarihi simgesine, ideal doğru [hakikat) konusundaki genel inanca, Aklın her şeye gücünün yettiğinin kabul edilmesine, sistem ve bütünsel­lik tutkusuna saldırırlar.

İnsan bilimlerinin gerisinde kalmış olan felsefe, günümüzde yeni bir tanımda kimliğini bulmaya çalış­maktadır. Felsefeci diye adlandırıl­maktan çekinilen Heidegger gibi bir düşünürün, felsefenin berisinde ya da ötesinde kalarak, bu felsefeden önce yaşamış olan Sokrates öncesi ozan-düşünürlerden söz etmesi ve onlara bağlanması, bu açıdan çok anlamlıdır (bu belki de, felsefenin köklü bir değişiklikten geçişinin sim­gesi, ilkelere üstü kapalı bir biçimde dayanan bir uygarlığın geçirdiği bunalımın belirtisidir).

FELSEFİ DÜŞÜNCE

Ana çizgilerini belirttiğimiz tarihsel çözümleme, felsefenin tanımını daha da sınırlandırır. Gerçekten bu terim, ancak belli bir dönem ve belli bir uygarlık göz önünde tutularak kulla­nılmalıdır ya da belli bir eleştirel düşünceyi,felsefî düşünce’yi belirtir. Felsefe, bu sözcüğü ve sözcüğün belirttiğini kabul ettiği belirli bir düşünme biçimini ortaya koymuş olan Eflatunla başlar. Tarih bakı­mından da Hegelle sona erer ya da örnek bir biçimde tamamlanır. Bu sınırlı anlamı veren bakış açısından felsefe, insanın eylem ile onu temel­lendirebilecek şey üstüne ve doğru bilginin olabilirliği üstüne yöntemli, sistemli, akla-dayanan bir derin düşünmedir. Gene bu anlamda fel­sefe, zorunlu olarak bir Varlık metafi­ziğine (varlıkbilime) ve Değer metafiziğine (değerbilim) ulaşır. Ama ayırt edici özelliği, doğrunun [hakikatin) araştırılmasının amacını ve aracını kendisinde bulduğu Akla, kesin biçimde inanmaktır.

Bundan ötürü, önemli yanlış anlama­lara yol açmadan ya da tarihe ters düşmeden Konfuçius’un “felsefesi”n- den söz edilemez. Konfuçius’un “felsefesi” değil, “dini” ya da “düşüncesi” demek daha doğru olur. Bu sınırlama, Konfuçius’un düşünce­sinin değerine ve derinliğine gölge düşürmez; tam tersine, felsefenin özgüllüğüne saygı duyduğu kadar, bu düşüncenin özgüllüğüne de saygı duymaya yönelir. Gene bundan ötürü, Rabelais’nin, Montaigne’in, Voltaire’in, Proust’un, “felsefesi”n- den, tırnak içine koymadan söz etmek bir abartmadır ve yanlıştır. Söz konusu yazarların yapıtları kuşkusuz, düşüncenin, düşünce akımlarının, hattâ ideolojinin büyük önem taşıdığı “edebiyat” girişimleri­dir. Bunlarda, belirli sorular ortaya atılır, belirli sorunlar ele alınır; ama felsefenin öz araçları olan tanımlan­mış bir yöntemle ve soyutlamayla, bu sorunlar üstünde mantıksal sonuç­lara varılacak biçimde derin düşün­celere dalınmaz ve felsefede olduğu gibi metafiziğe de ulaşılmaz.

Hadi Paylaş!Share on FacebookTweet about this on TwitterShare on Google+Share on RedditPin on Pinterest

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.