NEWTONCU EVRENOLUŞ KURAMLARI
Newtoncu evrenoluş kuramlarının temel varsayımları şunlardır: 1. Evren bir Eukleides uzayıdır; 2. ışık hızı sonsuz olarak kabul edilir; 3. madde, Evren içinde düzgün biçimde dağılmıştır; ortalama yoğunluğu sıfir değildir.
Böylece, yançapı r olan bir küre göz önüne alınırsa, yüzey çekimi: g = re G pr olur.p yoğunluk, G çekim sabitidir. Yani, r sürekli olarak artacak olursa, yüzey çekimi sonsuza yaklaşır; bununsa hiçbir fiziksel anlamı yoktur. Bu zorluğu ortadan kaldırmak için, birbirine ters düşmeyen iki çözümden yararlandır: Ya bu Evren’e genişleme hareketi yaptırmak ya da çekim yasalarını değiştirmek gerekir. İzotrop bir genişleme, söz konusu güçlüğü ortadan kaldırır; genişleme hareketinin ivmesi, bütün noktalarda çekim kuvvetlerini giderir. Zamanla orantılı olan yalın bir genişleme durumunda, iki nokta arasındaki uzaklık, zamanın 2/3’si kuvvetiyle artar ve genişlemenin başlangıç tarihi p yoğunluğunun değerine bağlıdır, p’nun 5-10′3‘ gr sm ~3’e eşit olan günümüzdeki değeri 40 milyar yıla eşittir ve megaparsekte 16 km/sn’lik bir genişleme sabiti vermektedir. Bu sabit günümüzde kabul edilenden 6 kez küçüktür. Statik bir Evren’in korunması istenirse, çekim yasasını değiştirmek ve yerçekimini dengelemek için, uzaklıkla orantılı olan evrensel bir itme öğesi eklemek gerekir. Bir denge olasıdır; ama bu denge kararlı olmaz: Çok küçük de olsa bir bozulma, Evren’i hareketlendirir. P artarsa Evren hızh bir büzülmeye uğrar; p azalırsa, Evren sınırsız olarak genişlemeye başlar.
İLK BAĞILCI EVRENOLUŞ KURAMLARI
a) Einstein modeli. Einstein, Eukleides uzayını bırakarak Riemann uzayını göz önüne almıştır; bununla birlikte, maddenin fazla yoğunlaşmadığı her yerde, teğet bir Eukleides uzayının varlığını da ön- gerçek olarak ortaya atmış, uzayın homojenlik ve izotropluk varsay imini da korumuştur. O tarihte (1916), uzak gökadaların tayfında kırmızıya doğru kayma henüz gözlenmemişti. Demek ki Einstein ışık hızına oranla yıldız hızlarının küçük oluşundan hareket etmiş ve statik-dengeli bir çözüm, yani iki nokta arasındaki uzaklığın zamanla değişmediği bir çözüm aramıştır. Homojen ve izotrop Riemann uzayları çok sayıda değildir. Çok özel olan Eukleides uzayını bir yana bırakırsak, iki uzay homojen olabilir: Lobaçevskiy uzayı ve sabit pozitif eğriliği olan küresel uzay; bu kapalı uzay, aşırı büyüklükteki bir kürenin iç bölümüdür. Einstein ikinci uzayın, genel bağıllığın gereksinimine uygun olan tek uzay olduğunu göstermiş, bu çerçeve içinde, bilinmeyen tek parametrenin p yoğunluğu olduğu statik bir modeli incelemiştir. Statik bir Evren’i sürdürmek için, evrensel bir itme terimini bulması gerekiyordu. Bu terim, Newtoncu evrenbilimlerde olduğu gibi, bağıllığın biçimciliği bakımından akla yatkındır; ama hiçbir fiziksel düşünceyle kanıtlanmamıştır; tek doğrulaması, kararlı bir çözümün aranmasıdır ve Einstein tarafından sonunda bir yana bırakılmıştır.
b) De Sitter modeli. 1917 yılında, gökbilimci De Sitter, Einstein modelinin tek olmadığını gösterdi; başka bir çözüm daha vardı; ama yoğunluğu sıfır kabul etmek gerekmekteydi. Evren’de maddenin bulunmasından ve incelenmesi gereksiz görünebü- mesinden dolayı, bu çözüm fiziksel olarak kabul edüemezse de, bu Evren’i, madde yoğunluğunun asimp- totik olarak sıfıra yaklaştığı bir sınır durum olarak kabul etmek ilgi çekici olabilir. De Sitter, sıfir yoğunlukta statik-dengeli bir Evren kurarak. Evren’ine bir gözlemci ve bir tanecik yerleştirilirse, gözlemcinin taneciğin kendinden kaçtığım göreceğini ortaya koymuştur.
FRİEDMANN EVRENOLUŞ KURAMLARI
1922 yılında, matematikçi Friedmann bir yandan, Einstein’ın boş olmayan küresel kapalı Evren’inin olası tek kararlı Evren olduğunu, öte yandan, statik bir Evren varsayımından vazgeçilmesi durumunda evren bilimsel problemin çok sayıda çözümü olacağını göstermiştir. Zamana göre değişebilen bir ölçü sistemi getiren Friedmann, dolayısıyla, ister değişken yarıçaplı kapalı olsun, ister cisimler arası uzaklığın sürekli bir gelişme gösterdiği açık ve sınırsız olsun, genel bağıllılık kuramına uyan modellerin var olduğunu ortaya koymuştur. Einstein denklemleri, evrensel itme terimine gerek duyulmaksızın da çözülebilirler. Bu çözümler kararlı değildir. Friedmann’ın bu çalışmalarının, kırmızıya doğru sistemli kaymanın bulunmasından önce olduğunu ve Einstein’ın evrensel itme düşüncesini bırakarak Friedmann’ın görüşünü benimsediğini de belirtmek gerekir. Friedmann’ın başlangıç varsayımları şunlardır:
1) Kendisini çevreleyen maddeye göre hareketsiz olan her gözlemci için, yer ve zaman ne olursa olsun, uzay izotroptur;
2) madde yoğunluğunun zaman içinde sabit olması zorunlu değildir; bu varsayım, bu modellerden biriyle bağdaştırılan ölçü sisteminin zamandan bağımsız olmayacağı anlamına gelir ve ds2 ile gösterilir: ds2 = c2 dt2-G2A2 (dx?+dx|+ dx§) ; burada G zamanın bir fonksiyonudur. G, iki cisim arasındaki uzaklığın zaman boyunca değişikliklerini belirtir; A, teğetsel bir Eukleides uzayının varlığını yansıtan r2 = x2+x2+x! bağıntısının bir fonksiyonudur ve A = —-— olarak 1+v2 bulunur, burada z üç değer alabilir (+1, -1, o). Söz konusu üç değer, daha önce Einstein modeli için düşünülmüş olan üç olasılığa denk düşer.
z= +1 ise, uzay kapalı, küreseldir. z=-l ise, uzay, eğriliği negatif ve açıktır.
z= 0 ise, uzay Eukleides uzayıdır. Ayrıca bu ds2, çekim alanının bağıl denklemlerini de sağlamalıdır, böylece şu bağıntılar elde edilir: ^+-f-|xp-o (2: burada p yoğunluk ve X ise g çekim sabitine bağlı bir sabittir:
X _ 8 rc.9 (c, ışık hızıdır). c2 G’ ve G”, G’nin zamana göre birinci ve ikinci türevleri, -ğ# uzayın t G zamanındaki eğriliği, Q Evren G içindeki H gerilemesidir. (2) denkleminin (1) denkleminden çıkartılmasıyla +-1 xp = 0 elde edilir;
G D
burada G, p ve X pozitif olduğundan, G” her zaman negatiftir; bu da G (t)’mn ne minimumu ne de dönüm noktasının olmayacağı anlamına gelmektedir. Sabit G’li bir çözüm yoktur, yani statik bir Evren olanaksızdır. a) Bir modelin seçimi, h = —
G
Hubble sabitinin kullanılmasıyla, (2) denklemi 7§s = ^Xp-H2 olur. Görülüyor ki, Evrene uyan uzay türüne bağlı olan z’nin işareti -1 Xp-H2’nin
işaretiyle belirlenmektedir; burada X bilinmektedir. H ve p gözlemden elde edilebilirler. Demek ki, p’nun değerine bağlı belirsizliğe karşın, z’nin işaretinin belirlenmesi olanağı bulunabileceği düşünebilir. Aslında durum hiç de öyle değildir. H için 100 km/sn/megaparsek değeri ve p için ıo~3‘ gr/sm3 ile ıcr29 gr/sm3 arasında değişen değerler alınırsa, şu sonuçlar elde edilir; p = 5-lcr31 : z negatif, açık ve negatif eğrilikli uzay; p = 2-10′29 : z sıfır, sıfır eğrilikli Eukleides uzayı; p = 5-1CT29 : z pozitif, kapalı ve pozitif eğrilikli uzay. Bulunan p değeri X p-H2 ifadesinin
işaretine uygun olan kritik değere çok yakındır;
b) Çabuk yok olan bir başka umut. Bir an için kuasarlann, Evren’imizin geometrik yapısının tanınması için p’nun saptanmasından kurtulmaya yardımcı olacağı sanılmıştı. Kuasar- ların tayflarının yer değiştirmesi ile aydınlatma gücü arasındaki bağıntının kullanılması, umut verici görünüyordu. Farklı modeller arasından seçim yapmak için iki varsayımı kabul etmek gerekir: Önce, kuasar- ların son derece uzak cisimler olduğu ve kuasarlann mutlak aydınlatma güçlerinin birbirinden pek farklı olmadığı. Sonuç negatiftir, aydınlatma gücünün dağılımı o kadar büyüktür ki, hiçbir bağıntı görünmez; demek kirEvren’in çeşitli modellerine uygun düşen bu’bağıntıdan küçük değişiklikleri ayırt edebilmek düşünülemez. Verilmiş bir U akışı ile akışı Lo’dan büyük olan kuasarlann sayısı arasındaki bağıntı, Evren’in yapısını da belirleyebilirdi. Bu kez, aranan bağıntıyı gizleyen, kuasarlann evriminin etkisidir. Ya kuasarlann akışı geçmişte, günümüzdekinden daha yüksekti,ya kuasarlann geçmişte sayıları daha çoktu, ya da aynı anda her ikisi de söz konusuydu.
KIRMIZIYA KAYMANIN YAPISI
Tayf çizgilerinin kırmızıya doğru yer değiştirmesinin niteliği buraya kadar tartışılmamıştır ve bir gözlemciden uzaklaşan bir ışık kaynağının Doppler-Fizeau olayı gösterdiği varsayımı kabul edilir. Genel bağıllık kuramında, iki kızarma mekaniği daha bilinir: Bir fotonun çok kuvvetli bir çekim alanında ilerlemesi; Evren’in eğriliğinin zamanla değişmesine bağlı olan çekim alanı ile ışığın kesişmesi. Ama bu durumlar da dalga boyunun değişmesine, tayf çizgilerindeki bir genişleme ve görüntüdeki bir dağılma eşlik eder. Bu olaylar hiç gözlenmemiştir; en çok kızarmış gökadaların tayf çizgileri, yakın gökadalarmkiler kadar sabit kalmaktadır.
Çok uzaktaki gökadaların ve kuasar- ların görüntüleri nettir. Şu an için, kırmızıya kaymayı, bir gökada kaçışının kanıtı olarak göz önüne almak gerekir. Dolayısıyle yerdeğiştirme- nin büyüklüğü ile uzaklık arasındaki bağıntı, gözlem sonuçlarının homojenliği ve izotropluğu, maviye doğru yerdeğiştirmenin bulunmayışı,bütün gökadaların kaçtığı,yani içinde tüm karşılıklı uzaklıkların zamana bağlı olarak arttığı bir Evren genişlemesi düşüncesini uyandırmaktadır. Burada iki açıklama yapmak gerekir. Bir yandan Evren’in bir genişlemesi Evren için bir başlangıç ya da bir son gerektirmeyebilir. Sözgelimi, atımlı bir Evren düşünülebilir; günümüzdeki genişleme evresini bir büzülme evresinin izleme olasılığı vardır. Öte yandan, gökadaların, bizden uzaklaştıkça hızlarının arttığını kabul etmek, insanın Evren’in merkezinde bulunduğu düşüncesine bir dönüş değildir. Bütün yönlerde aynı olan bir genişleme durumunda, herhangi bir gökada üstünde bulunan bir gözlemci, bütün öbür gökadaların kendisinden, onları birbirinden ayıran uzaklıkla orantılı olan bir hızla uzaklaştığını görecek ve yanılgıya düşerek kendini bu genişlemenin merkezinde sanacaktır.
SONUÇLAR
Evren üstündeki görüşlerimiz sürekli olarak gelişmektedir. Çağdaş evrenoluş, bir uzay-zaman kavramının varlığını içeren genel bağıllık kuramı üstüne kurulmuştur. Birçok gökfizikçisi, ellerindeki farklı modelleri birbirinden ayırabilmek için gözlemleri biriktirmeye çalışmaktadırlar. Karşılaşılan sorunlar, en başta evrenin içinde en uzak cisimler olan gökadalarda ve kua- sarlarda gözlenen tayf kaymalarının nedeniyle ilgiliydi. Temel sorun, gerçekten, bu evrenin kararlı mı ya da genişleme durumunda mı olduğunu bilmektir (Bkz. Çiz.2). Genişleme durumunda olduğunda, tayf çizgilerinin kayması, bir kaçış hareketinden, dolayısıyle Evren’in hacminin zamanla artmasından ileri gelmektedir; bu zamanın da bir başlangıç anı olmalıdır: “Big bang”. Kararlılık durumu söz konusu olduğunda,bu olgu ışık ile kozmik madde arasındaki bir etkileşimden kaynaklanacak,bunun sonucunda da fotonda (bir tür ışık “taneciği”) bir enerji yitimi, tayf çizgilerinin dalga boylarında da bir artış ortaya çıkacaktır. Genişleme varsayımını savunanlar temelde üç gözleme dayanıyorlardı:
1) Bir Doppler-Fizeau olayıyla yorumlanan, tayf kayması;
2) bir kozmik fon gürültüsünün varlığı (radyo-gökbiliminde ortaya çıkarılabilmektedir ve genleşmeden dolayı bir soğumaya işaret eden 3 Kelvin derecelik bir sıcaklığa denk düşer);
3) geçmişte çok yüksek bir sıcaklığa işaret eden bir döteryum/hidrojen oranı (çünkü, yıldızlar gözlendiği kadar çok döteryum üretemezler). Bu varsayımın karşısında olanlar, söz konusu gökadaların, hidrojen saçaklarıyla birbirlerine fiziksel açıdan bağlanmış (dolayısıyle aynı uzaklıkta) oldukları halde çok farklı tayf kaymaları göstermeleri gibi olağan dışı durumların bulunmasından yararlanmışlardır. A.B.D’li Alton Arp bu olağan dışı tayf kaymaları konusunda uzmanlaşırken Fransız j.-C. Pecker ve j.-P. Vigier, olayı açıklamak için bir “yorgun ışık ‘kuramı ortaya koymuş- lardfr. Öte yandan, A.B.D’li iki gökfizikçisi, Rubin ve Ford, 1973 yılında bir gökadanın ışığının hidrojen bakımından zengin ya da yoksul uzay bölgelerinden geçmesine göre tayf kaymasının farklı olduğunu bulmuşlardır; bu da fotonun enerji yitirmesi düşüncesini doğrular gibidir.
Aynı anda, İngiliz gökbilimcileri F.Hoyle ve V. Narlikar, kararlı Evren’le ilgili özgün bir kuram önermişlerdir: Taneciklerin kütlesi zamanla artmaktadır; oysa bu kütle artarsa (bu da zaten Evren’in temel “sabitlerinin” değişmezliğini bozar), elektronların yörüngeleri küçülecek, bu da atomların boyutunda bir değişikliği kaçınılmaz kılacaktır. Başka bir deyişle, gökadalar karşılıklı olarak birbirlerinden kaçmamakta, ama küçülmektedirler ve Evren de genişleme halinde değil kararlı haldedir. Gökadaların, eskiden bir araya toplanmış gibi görünmelerinin nedeni, önceden daha büyük olmalarıdır. Hoyle ve Narli- kar’m evrenoluş kuramı, son yıllarda önerilmiş olanların tümünden daha özgündür.
Bununla birlikte, genişlemekte olan Evren modeli, gökbilimciler tarafından daha çok benimsenmektedir ve bu kuramdan yana olanlar Hubble sabitini daha kesin biçimde saptamaya çalışmaktadırlar; bu sabit, kaçma hızı yardımıyla gökadanın uzaklığını. dolayısıyle de Evren’ in yaşını verir.
GÜNEŞ SİSTEMİ DIŞINDAKİ GEZEGENLER
Gökada bilimi alanı, yani yakın Evren içinde, güncel çabaların büyük bir bölümü, Güneş’ten başka yıldızların çevresindeki gezegen sistemlerini bulup ortaya çıkarmaya yönelmiştir. Nitekim, gezegenlerin oluşması Güneş’in çevresindeki gezegenlerin oluşumunu en iyi biçimde açıklayan “bulutsu” kuramının elverdiği ölçüde, çok genel bir olay olarak göz önüne alınmaktadır. Oysa, aşağı yukarı bütün yıldızlar, başlangıçta gezegen boyutlarındaki cisimleri oluşturmak için aynı biçimde yoğunlaşması gereken bir madde (gaz ve toz) bulutuyla kuşatılmıştır. Otuz-kırk yıl gibi bir süre içinde yakın yıldızların doğru ve kesin ölçümünü gerçekleştiren gökölçümüyle ilgili gözlem (odak uzaklığı büyük dürbünler yardımıyla), bu yıldızların bazılarının hareketinde bir sinüzoidallik saptanmasına olanak vermiştir. Bu yörünge türü, görünmeyen bozucu bir cismin varlığını göstermektedir. Bunlardan en ilgi çekici olanı, Barnard yıldızıdır (Bkz. Çiz. 3); bize oldukça yakın olan (6 ışık yılından biraz daha az) bu yıldızın çevresinde en a» iki yoldaşı bulunmaktadır: Birinin 12 yıllık bir dolanım devri ve Jüpiter’in kütlesinin % 80’ine eşit bir kütlesi vardır; öbürünün ise devri 22 yıl, kütlesi de jüpiter’inkinden % 10 kadar daha büyüktür. Dolanım sürelerinin Jüpiter ve Satürn’ünki- lerle benzerliği şaşırtıcıdır. Belki de bu yıldızın çevresinde daha küçük, Yer’e benzer gezegenler bulunmakta, ama kütleleri günümüzdeki araçlarla bunları ortaya çıkarmaya yeterli olmamaktadır. Bir karşılaştırma amacıyla, Güneş aynı uzaklıktan gözlenecek olsaydı, Jüpiter’in varlığı nedeniyle binde 3 saniyelik açıyla sinüzodial bir hareket göste- recekti;“Yer’le ilgili” bileşen içinse ancak on binde bir saniyelik bir açı söz konusu olacaktı; bu da gözlem eşiğinden yaklaşık yüz kat küçüktür.
Son Yorumlar