Bektaşilik Tarikatı Nedir? Kurucusu Kimdir Görüşleri Nelerdir? Hacı Bektaş Veli tarafından kurulan tarikat. Bektaşilik 12 ana tarikattan biridir. Ahmet Yesevi’nin dervişlerinden olup onun fikirlerinden derinden etkilinen Hacı Bektaş Veli, Horasan’dan gelip Anadolu’ya, Kırşehir civarına yerleşmiştir. Hacı Bektaş, Sünni bir şeyhti. 13’üncü asrın sonuna doğru kurulup yayılan bu tarikat Hacı Bektaş’ın din ve dünya görüşleri ile tam bir beraberlik arzetmez. Nitekim tarikatın erkanı Hacı Bektaş’ın ölümünden çok sonra ortaya çıkmıştır. Başlangıçta tamamen kitap ve sünnete uygun Sünni bir yol olan Bektaşilik zamanla rafizi unsurların tesiri altında kalmış, Batıniye, Hurufiye, Alevilik, hatta Hıristiyanlık ve Şamanizmin karışımı bir mistik cereyan olup çıkmıştır.
Hacı Bektaş Veli tarafından ortaya konan basit ayin ve erkan, bilhassa Balım Sultan tarafından geliştirilen erkan ile gittikçe Batıniliğe doğru kaymıştır. Balım Sultan’dan sonra kardeşi Kalender Çelebi’nin, Kanuni Sultan Süleyman devrinde ikinci bir Babai isyanı tertiplemesi ve yakalanarak öldürülmesi sebebiyle Hacı Bektaş tekkesi bir müddet manevi nüfuzunu kaybetmiştir.
Başlangıçta Hacı Bektaş tekkesinde şeyh olarak Çelebi unvanını taşıyan kişiler bulunuyordu. Kalender Çelebi’den sonra dergahın başı ikileşmiş, Çelebi’nin yanında bir de Dedebaba zuhur etmiştir. Hacı Bektaş dergahı vakfı mütevelliği çelebilerde olmasına rağmen tarikatın başı Dede-baba’dır. Bu suretle 16’ncı yüzyıldan itibaren Bektaşiliğin merkezi otoritesi ikiye ayrılmıştır.
İran Safevilerinin propagandalarına kapılan, bu yüzden Osmanoğullarını meşru hükümdar tanımayan Rafıziler, Hacı Bektaş Veli dergahını benimsemişlerse de, asıl Bektaşilerle onların arasında daima bir.ikilik ve ayrılık olagelmiştir.
Bektaşilik, yeniçeri ocağının tarikatı olduğu ve son yeniçeri isyanında Bektaşiler yeniçerilere yardım ettikleri için, II. Mahmut yeniçeriliği kaldırdığı zaman (1826) Bektaşîliği de kaldırmış ileri gelen Bektaşi babalarını astırmış, bir kısmını da şeriat âlimlerinin çok bulunduğu yerlere sürmüştür. Bu arada, sonradan yapılmış olan Bektaşi tekkelerini yıktırmış, eski olanlarının başına da Nakşi şeyhleri tayin ettirmiştir. Fakat Bektaşiler kendilerine mahsus taçları üzerine fes giyip, birçoğu, Nakşiye’den icazetname alıp Bektaşi tekkelerinin başına yeniden şeyh olmanın çaresini bulmuşlardır.
Hacı Bektaş Veli’nin, İslam esaslarına yüzde yüz bağlı bir şahsiyet olmasına ve kurduğu tarikatın da Sünnilik dairesi içinde bulunmasına rağmen, onun ölümünden sonra Bektaşiliğe nasıl olmuş da Kuran’a ve sünnete aykırı bazı unsurlar girmiştir.
15’inci yüzyılda ve onu takip eden asırlarda Osmanlı devleti, Hurufilik ve benzeri bozuk cereyanlarla mücadele ediyor ve taraftarlarına baskı yapıyordu. Bu yıkıcı cereyanlar yaşayabilmek için geniş bir hoşgörü ocağı olan Bektaşilik tarikatına yamanmışlar ve onu içten ele geçirerek bozmuşlardır.
Son zamanlarda Ahmet Cemaleddin Çelebi’nin arası, aşırı Rafizi babalarla açılmış, bu yüzden, kendisinin Hacı Bektaş’ın yalnız manevi değil, aynı zamanda da sulhi oğlu olduğunu iddia ederek Rıfıziler içine gönderdiği vekillerle onların bir kısmını, çelebilik makamına pek o kadar ehemmiyet vermeyen dedelerden çevirmiş ve kendisine bağlayarak babalara karşı nüfuzunu art’rmaya teşebbüs etmiştir. Bu suretle Rafıziler ve Bektaşiler, dedeler kolu yahut çelebiye uyanların dedikleri gibi Kaçarlar, çelebi kolu yahut dedecilerin dedikleri gibi Vekilciler, Dönükler ve Purutiar, bir de Bektaşiler olmak üzere üç kola ayrılmıştır. Türkiye’de tekkelerin kapanmasından ve tarikatların ilgasından sonra (4 Eylül 1925) Bektaşilik, bir tarikat olarak tarihe karışmışsa da, bir meşreb, bir cemaat ve baskı grubu olarak varlığını sürdüregelmiştir.
Sultan II. Mahmut’un yeniçerilikle birlikte Bektaşiliğe de büyük bir darbe vurmasından sonra bir müddet sesiz kalan Bektaşiler daha sonra bazı siyasi faaliyetlere girişmişlerdir. 19’uncu asır Osmanlı İmparatorluğu tarihinde büyük yeri olan Jön Türkler hareketinde Bektaşi dervişlerinin rolü olduğunu Ernest Ramsaur The Bektashi Dervishes and (he Young Turks (Moslem VVorld dergisi 1942) makalesinde incelemiş ve ilginç neticelere varmıştır. Bektaşilerin Masonlarla da ilişkileri olmuştur. Önemine Binaen Ernest Ramsaur’un makalesinin bir bölümünü aşağıya alıyoruz: Richard Davey, 1897’de, bu tarikatın Fransız Mason locaları ile ilişkisi olduğunun söylendiğini duyduğunu yazar. 1867’lerde bazı Müslüman arkadaşlarının Avrupa’ya gittiklerini Mason localarına girdiklerini yazan Brown, Bektaşiler konusunda şunları söylemekteydi:
Bektaşi tarikatından dervişlerin kendilerini Mason gibi görmelerini ve onlarla kardeş olduklarını iddia etmelerini garipsedim. Masonluğun Türkçe karşılığı Farmason’dur ve (dindar Türkler arasında) birine hakaret etmek için kullanılır. Fakat Bektaşi kelimesi için de aynı şey söz konusudur. Zira Bektaşiler, benim anlayamadığım bir sebepten ötürü Miislümanlar, hatta diğer derviş tarikatları arasında bile saygın bir yere sahip değildirler.
Aynı şekilde diğer bir yazar da Bektaşiler konusunda şöyle der: Onlar 18. ve 19. yüzyıl başlarında yeniçerilerle birlikte, Osmanlı ıslahat hareketlerinde masonların Avrupa’daki ıslahat hareketlerinde oynadıklarına benzer bir rol oynadılar. Voltaire’in taraftarlarından fazıl Bey’in yeniden düzenlediği bu tarikat yüz yıl kadar bir süre Genç Türk Hareketi’nin teşkilatı olarak kaldı. Faaliyetleri, başka maksatlar içinde felsevi, edebi, ilmi ve siyasi idi.
Richard Davey de bazen Fazıl Bey, bazen İzzet bey olarak söz ettiği tarikata mensup birinin Voltaire’in etkisinde kaldığından söz ve İstanbul’a döndüğünde zaten gizli bir cemiyet niteliğinde olan tarikata, zamanla büyük etki yapacak bazı felsefi ve özgür düşünce ile ilgili görüşler getirmişti der.
Şu halde, denilebilir ki, Türkiye’deki Bektaşiler, milliyetçilik duygusuna, bir yere kadar olsa, sahiptiler ve çeşitli davalar peşinde koşan kimseleri çevrelerinde toplayacak kadar liberal görüşlüydüler. Kadınlara bile tarikat içinde eşit haklar tanınmıştı.
Tarikat mensuplarının halifelik konusunda Şiilerin imamlık ilkesine daha yakın olmaları dolayısıyla, Osmanlı padişahlarının halifelikle ilgili iddialarını olumlu karşılamamaları, Bektaşilerin, Jön Türk hareketini desteklemeleri için bir diğer sebep olarak gösterilebilir. Birge, Bektaşilerin, Yavuz Sultan Selim’in 1514’te Şah İsmail’e karşı açtığı savaşı, Şii kanlılara yakınlık duyduklarından ötürü engellemeye çalıştıklarını böyler. Bu sebeple Abdülhamit’in, halifeliğin etkinliğini yeniden canlandırma konusundaki gayretleri, Bektaşilerin karşı bir tu tum benimsemelerine önayak olmuş olabilir.
1931’de, Türkiye Cumhuriyeti içindeki bütün derviş tarikatlarının kaldırılmasından altı yıl sonra, kendisi de Bektaşi olan Ziya Bey, Bektaşilik üzerine bir seri yazı yayınlamıştı. Vardığı netice, Cumhuriyet’in Bektaşi tarikatının uzun süredir gerçekleştirmeye çalıştığı ıslahatları tamamladığı, dolayısıyla bu tarikatın artık gereğinin kalmadığıydı. Öngördükleri ıslahatlar arasında hilafetin kaldırılması, kadınlara eşitlik tanınması ve dini taasubun azaltılması da vardı.
Ancak, Bektaşilerin her zaman diğergamlıkla hareket ettiğini de söyleyemeyiz. Hasluck, Bektaşilerin, propaganda yaptıkları ülkelerde dini üstünlük kazanmak emelinde olduklarını, 1908 ihtilali sıralarında bile Arnavutluk’ta bir Bektaşi devleti kurmayı umut ettiklerini yazar. Ayrıca 1880- 1881 Arnavut milli hareketi sırasında Güney Arnavutluk’un bir kısmının Yunanistan’a verilmesi ihtimali ortaya çıktığında, Abdülhamit’in Bektaşilerden şüphelendiğini de söylemektedir. Hasluck, Bu sıralarda Güney Arnavutluk halkı Abdul Bey Frasheri kumandasında, görünüşte Türk bölgesine gelebilecek herhangi bir tehlikeyi savmak için ayaklandı. Fakat gerçekte amaç Arnavutluk’un bağımsıız bir devlet olmasıydı diyerek konuya açıklık kazandırmaktadır.
Daha ilgi çekici olanı, Hasluck, bu konuya atfettiği çalışmasında muhtelif yerlere serpiştirdiği bilgilerle Bektaşiler ve Jön Türklerin aynı çizgide olduğunu söyler. Tabii ki bu kitap, geniş olarak belli bir dönemin üzerinden geçmiş olduğu yazılardan müteşekkildir. Bir defasında mesela, Rhi- gas’ın yol açtığı 18. yüzyıl gizli anlaşmalarını tartıştığı sırada, Hasluck, Gizli tertiplerinin son zamanlarda Jön Türklerde var olduğu görüldüğü gibi, Bektaşilerle bu tip gizli ilişkiler içinde olduğunu’ söyler. Bundan başka Hasluck şunu ifade eder: Bana Musul’da bir görevli tarafından Jön Türklerin rejimlerinin başlangıcında bu yer yakınlarındaki Ahmed Rıfai’nin mezarını tahrip etmeye teşebbüs ettiklerini söylemişti. Diğer bir yandan, Bektaşiler, iyi bir kaynaktan işittiğime göre her ne kadar Abdülhamit II. onlara zulüm yapmışsa da Jön Türkleri desteklemişlerdi.
Biz, Jön Türklerin, Bektaşi tarikatının üyeleri olduğunu biliyoruz. Davey, bununla birlikte şu kesin sonucu ortaya koyar: Kesin bir şey vardır; tarikat, artık liberal yahut Jön Türklere dahil tahsilli soylulardan müşetekkildir. Bundan dolayı sanıldığı gibi sultana hoş görünmezlerdi ve sultan da onlara karşı menfi tavır almak suretiyle onları şaşırtmamıştı.
Osmanlı ordusunun bir kısmındaki Jön Türklerin safları içinde gizliliği getirenler ile kimliklendirilen genç subayların çoğu muhtemelen Bektaşilerdi.
1908 Jön Türk liderlerinin ne kadarının tarikatın gerçek üyesi olduğunu bilmek enteresan olacaktır. Filozof ve şair Rıza Tevfik, bir Bektaşi idi ve yeteneklerini Bektaşi ilahilerini yazmak için kullanmıştı.
Jön Türk ihtilalinin hazırlanmasına ait bizim değerli bilgilerimizden biri Anadolu’da propagandanın yayılışı ve komitelerin organizasyonu ile ilgilidir. Böyle komiteler artık yoktur. Türkiye’deki Alman askeri misyonunun bir üyesi olan General İmhoff’a ona Ali Haydar Mithat Bey tarafından bilgi verilmiş bu Anadolu komiteleri, 1907’de Erzurum, Van, Diyarbakır ve benzer yerlerde olan bir dizi isyanların sorumlusu oldukları intibaını vermişti. Bektaşiler bu komitelerin farkındaydılar. Ve hatta onların bazıları Bektaşi tekkeleri içinde toplanıyorlardı.
1908 ihtilali ile ilgili olarak Türkiye’deki diğer derviş tarikatlarının durumunun ne olduğu kesinlikle cevap verilebilecek bir soru değildir. Mevlevi tarikatı daha ziyade entelektüellere yanaşıyordu. Bu yüzden onların saflarında Jön Türklerin olduğunu bilmek şaşırtıcı olmayacaktır. Öte yandan Melami tarikatı, Alman Şarkiyatçı Martin Hartmann’a göre oldukça çapraşıktır. Hartmann, Un politische Briefe aus der Turkei adlı eserinde Osmanlı Müellifleri yazarı olarak bilinen Melami tarikatının bir üyesi Mehmet Tahir’e yaptığı ilgi çekici bir ziyaretini anlatır. Hartmann’ın verdiği bilgiye göre, Tahir Bey, Selanik’te askeri okulda olduğu sırada ve Alaşehir’de sürgün sırasında ihtilalin hazırlanmasında olağanüstü derecede rol oynamıştır. Brown, Bektaşiler gibi Melamilerin de rolünden bahseder. Hartmann Jön Türklerin içine bu grubun sokulmasında, Tahir Bey’in şahsiyetinin önemli etkisi olduğuna işaret eder.
Yesevilikle ilgisi
Bektaşiliğin kurucusu kabul edilen Hacı Bektaş Veli’nin, (Doğumu 1210 Horasan -Ölümü 1271 Suluca karahöyük Şimdiki Hacı Bektaş) Ahmet Yasevi’nin kurduğu Yasevi tarikatına mensup ve onun Anadolu’ya gönderdiği bir derviş olduğu biliniyor. Fakat Bektaşilikle Yesevilik arasındaki ilişki tartışma konusudur. Bazıları Bektaşiliğin Yesevilikten geldiğini, onun bir kolu olduğunu (Nakşilik gibi) söylerlerse de, bazıları, Hacı Bektaş Veli’nin Anadolu’ya gelip Baba ishak’la tanıştıktan sonra Ahmet Yesevi’den aldığı bazı görüşlerini terk ettiğini ve Bektaşiliğin başlı başına bağımsız bir tarikat olduğunu ileri sürerler.
Fuat Köprülü’nün görüşleri şöyle:
Ahmed Yesevi’den gelen ikinci büyük bir tarikat da Bektaşilik’tir. Hacı Bektaş, OsmanlIların kuruluşundan önce Anadolu’ya gelip yerleşmiş meczup bir dervişti ve hiçbir veçhile bir tarikat kurmamıştı; esasen şahsiyeti de, böyle büyük bir tarik tesis edebilmesine mani idi. Anadolu Türkleri arasında VII. asırdan başlayarak VIII. IX., hatta X. asırlarda şiddetle devam eden dini kaynaşmalar arasında, başka birçok muhtelif mahiyette mezhep ve tarikatlar gibi Bektaşi tarikatı da daha önce değilse bile herhalde IX. asrın ilk senelerinde layıkıyla teşekkül etmiş ve kendisine pir olarak da VII. asırdan beri tarihi mahiyeti unutularak halk arasında menkıbeleri teşekkül etmiş olan Hacı Bektaş Veli’yi seçmiştir. Hacı Bektaş Veli’nin, Yesevi müridlerinden olduğu hakkında menkıbede mevcut rivayet, Osmanlıların teşekkülünden önce Anadolu’ya birçok Yesevi dervişlerinin gelmesi sebebiyle onun da bunlardan sayıldığı tarzında te’vil ve tefsir olunabileceği gibi, hakikaten Hacı Bektaş’ın Yesevi müridlerinden olmak ihtimali de vardır. Bu iki ihtimalden hangisi doğru olursa olsun, Bektaşi tarikatı, Hacı Bektaş’ın meydana koyduğu bir şey olmadığı için, bu tarikatın Yesevilikle alakasını gösteremez. Ayinlerinde Türkçenin Arapça ve Farsça yerine tarikat lisanı olması, tıpkı Yesevilerde olduğu gibi halk vezni ve lisanıyla yazılmış sade Türkçe ilahilerin aralarında pek çok tutunması gibi dış benzeyişlere rağmen, Bektaşilikle Yesevilik arasında hiçbir hakiki bağ mevcut değildir; çünkü Bektaşi tarikatının daha ilk kuruluş anlarında bile ona intisab edenler bütün haram olan şeyleri mübah gören zındıklar telakki edilmiş, yahut Hurufiyye taifesinden addolunmak suretiyle “hariç ezşeri’at” sayılmıştır. Tarikatın daha ilk kuruluş zamanlarına ait olan bu hal, onun daha önce başka tarikatlar gibi şeriat dairesi dahilinde bir tasavvuf mesleki iken, sonraları birtakım hurufilerin ve mülhid ve zındıkların eline geçerek eski mahiyetini kaybettiği hakkında umumiyetle beslenen zannın tarihen yanlış olduğunu kuvvetlendiriyor.
Bektaşiliğin, Yesevilikle maddi manevi ilgisi konusunda bir başka görüş de şöyle:
Türk düşünce, hatta siyaset tarihine damgasını vuran ana kurumlardan biri olan Bektaşilik; Türk irfan, seciye ve ahlakında etkileri çok derinden hissedilen bir iman enerji ülkü insanlık ocağıdır. Türklerin, tarih sahnesinde en muazzam zuhurları ve dehalarının en kudretli belirişi olan Osmanlı İmparatorluğu da gerek oluşması, gerekse yükselmesi devrelerinde en işe yarar desteğini Bektaşilikten almıştır. İmparatorluğun yükseliş devrinin ana unsur vekurumu olan Yeniçerilik de Bektaşîlik’in fikri manevi ürünü olarak görülmektedir. Kaldı ki, Osmanlı fetihlerinin öncüleri, ilk mimarları daima sûfiler ve özellikle Bektaşîler olmuştur.
Türklerin Müslümanlığı kabullerinden sonra, sûfiliğin bu ırk elinde, devletçilik dehasıylabirleşerek İslam’ın yayılışına hizmetinin tarih çizgisinde ilginç bir görünümü var: Türk insanını Müslümanlığa ısındıran ve sokan dervişlik ve dervişler önce Türkistan’da bir mayalanma yurdu ve beşik buluyor. Ardından Yesevilik vücut buluyor ve Türkistan’da büyük hizmetler veriyor. Hareket daha sonra Anadolu’da fütüvvet ahilik, Bektaşilik halinde faaliyet icra ediyor. Bu iman ve ülkünün Anadolu ötesine, Balkanlar ve Rumeli’ye taşınması ise Beştaşilik eliyle gerçekleşiyor.
Son yıllar da yapılan araştırmalar Rumeli ve Balkan topraklarına Türklük ve Müslümanlığı ilk ve en kalıcı biçimde sokanların gönül fatihleri olan tasavvuf erleri, tarikat büyükleri olduğunu gün ışığına çıkarmıştır. Öyle ki Osmanlı kılıcı buralara girdiğinde, fethin daha önce yapılmış tarîkat seferleriyle gerçekleşmiş bulunduğunu gördü. Kılıç bu topraklarda fethin sadece maddi tescilini yapmıştır.
Balkanlar ve Rumeli’ni İslam adına bir gönül fethine mekan yapanlar Bektaşiler oldu. Bektaşi gayretinin, İslam tasavvufunun ilham ve rahmetini Balkanlar ve Rumeli’ne taşıyan nefesidir ki bu toprakları Müslümanlaştırırken, buralara birer cennet gibi yüzlerce tekkeyi de yerleştirmiştir. Bugünkü Balkanlar’da da, Müslümanların dinle ilişkilerinin düğümünü tutan kudreti tahlil ettiğinizde karşınıza tasavvuf çıkmaktadır.
Bektaşi geleneğinin, son yıllarda yapılan çalışmalarla doğrulanan bir rivayetine göre Hacı Bektaş Veli’nin ileri gelen dervişlerinden biri Balkanlar da Müslümanlığı yaymak için hareket geçmelerini rica ettiğinde yüce veli şu cevabı vermiştir: Biz zaten Sarı’yı oraya saldık. Balkanlara salınan bu Bektaşi dervişi, tarihe Sarı Saltuk diye geçmiş bulunan Muhammed Buhari (öl. 1264)’dir. Bu zat, Evliya Çelebi’nin tesbitine göre, şeyhi Hacı Bektaş’ın mürşidi Ahmet Yesevi tarafından, Bektaşi geleneğine göre ise bizzat Hacı Bektaş tarafından Rum diyarına İslam’ı yaymak için gönderiliyor, o da Dobruca ve civarında büyük kerametler gösterip İslam’ı yayıyor, kaleler fethediyor. Kaynaklarımız Sarı Saltuk’un Rumeli’ne geçiş tarihini 1264-1265 olarak verdiklerine göre, bu Bektaşi gönül fetihleri, Osmanlı ordularının fetihlerinden çok önce vuku bulmuş demektir. Çünkü Osmanlı ordularının bu topraklara girişleri, andığımız tarihten yaklaşık yüzyıl daha sonradır.
Esas adıyla anılmak yerine, mürşidin San’yı saldık ifadesinden mülhem olarak San Saituk diye anılan bu gönül eri Balkanlar ve Rumeli’nde İslam ruhunu yücelten bir numaralı Allah adamı olarak görülüyor.
Sarı Saltuk’u, yine onun kadar gayretli bir Bektaşi büyüğü olan Seyyid Ali izledi. Seyyid Ali’nin ölüm tarihi 1300 yıllarına rastladığına göre Osmanlı ordularının Trakya’dan başlayan fetihleri öncesinde bu zata bağlı dervişlerin büyük roller aldıkları, rahatlıkla kabul edilebilir. Bunun da ötesinde, Gyney Rusya Tatarlan’nın Müslümanlığı kabulleri de Sarı Saituk ve Seyyid Ali faaliyetinin bir eseri olarak görülmektedir. Ünlü seyyah İbn Battuta, 1332’de Güney Rusya topraklarından geçerken, oralarda Sarı Saltuk’un destanlaşan menkıbeleriyle karşılaştığını belirtiyor.
Dervişlerin bu kılıçsız fetihlerinin temelinde hangi iksir ve sır yatıyordu? Zaferin ilk kez Bektaşîlerce kazanılmış olması bize bir ipucu verebilir. Engin insan sevgisi, hoşgörü ve hizmet Gerçekten de Bektaşilik, ilkeleri itibariyle çok geniş ufuklu, insana sevgi ve saygıyı var oluşun temeli sayan bir tarikattır. Onun bu özelliği ve Bektaşi dervişlerinin bundan kaynaklanan tavırları, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında bir sevgi ve kaynaşma zemininin kurulmasına yetti. Kudretli bir sezgiye ve insanı kuşatan bir tebliğ gücüne sahip dervişlerin bu emin zemin üzerine oturttukları İslam’a davet, elbetteki mutlu sonuçlar verecekti ve verdi. San Saltuk’un, çağlar boyu, Müslümanlar kadar Hıristiyanlarca da tebcil edilmesi bunu göstermektedir. Gerçekten de Balkanların bir çok yerinde “Sarı Salluk mezarı’na rastlanmakta, hatta bu yerler içinde kilise avluları bile bulunmaktadır.
Bu noktada, Bizans tarihçisi Kiryakides’in Dukas tarihine dayanarak verdiği şu malumata dikkat çekmek isteriz. Diyor ki Kiryakides: Bektaşî dervişleri, Osmanlı ordulanndan çok daha önce Balkanlara girip yerli halka kaynaştılar. Çünkü onlar, kadın hariç, toprak ve hayvanların halkın ortak malı olduğunu söyleyerek, zulüm ve yokluk içinde kıvranan halka merhametli birer kıırtancı gibi görünüyorlardı. Bektaşîlerin inançları gerçekten bu muydu? Yoksa onlar, Türk Müslüman misyonerler olarak, sırf başarılarını kuvvetlendirmek için mi böyle görünüyorlardı? Batı Trakya Bektaşîliği hakkında tetkiklerde bulunan Abdurrahim Dede, bu konuda sunduğu bir tebliğde şu görüşü ileri sürüyor. Acaba Bektaşî dervişleri, ileri sürdükleri bu fikirlerde samimi mi idiler? yoksa onlar Osmanlı ordularının ajanları olarak sırf Bizans yönetimini zayıflatmak ve Osmanlı fetihlerini kolaylaştırmak için mi inanmadıkları şeyleri söylüyorlardı? Bu sorunun cevabını, Tezâkiri Hüdâyî adlı yazıda buluyoruz. Şeyh Mahmud Hüdayi (ölnı. 1628), padişaha yazdığı bir takrirde Bektaşi taifesi için şöyle demektedir: Tımar hatırı için ere kılıç çekmeyiz diyen bu taifenin içinde şeriat ve sünnet eseri yoktur. Abdurrahim Dede, Hüdayi’nin bu takririnden hareketle şu sonuca varıyor: Osmanlı ordularına Batı Trakya ve Rumeii’nin fetih kapılarını açan Bektaşiler, daha sonra Osmanlı yönetiminin; fetihleri, cihad uğruna, insanların felahı uğruna değil, tımar hatırı için yaptıkları zanmna kapılınca, düşüncelerinde samimi olduklarından, bu defa Osmanlı yönetimine başkaldırmışlar ve biz tımar hatırı için insana kılıç çekmeyiz diyerek fetihlere katılmamışlardır. Değinmek istediğimiz Bektaşilik in, Köprülü’nün kanaati aksine, Yesevilik’in bir uzantısı olduğu görüşüdür. Gerek Bektaşi geleneği, gerekse tarikatler hakkında bilgi veren diğer kaynakların hepsini itip tepeleyen Köprülü, Bektaşilik ile Yesevilik arasında bağ yoktur yolunda bir kanaat izhar ediyor. Biz, teferruatına burada girmemekle birlikte, Haririzade Muhammed Kemaleddin (öl. 1299/1881 )’in büyük eserindeki kabulü esas alıyor ve Bektaşilik’in Yesevilik’in bir kolu olduğu görüşüne katılıyoruz.
İkinci nokta, Yesevilik’in Türk illerinde gelişip kökleşen tarikatlerde mütessir oldu gibi, Bektaşilik’in de kendisinden ııraki tarîkatler üzerinde tesirler ic ettiği hususudur. Zâhirdeki nisbeti e olursa olsun, Bektaşilik’ten sonr ahneye çıkmış bütün şahıs ve ekol de az veya çok Bektaşîlik etkisi görmek mümkün değildir. Özellikle anadolu’daki fütüvvet ahilik üze yoğunlaşan bu etki, asırlar boyu Türk tasavvufi düşüncesinin her alanında kendini hissettirin Bektaşi geleneği, Anadolu ve Rumeli’nde oluşup gelişen ekol ve kişilerin hepsiyle Hacı Bektaş ve Bektaşilik arasında bir alâkâ kurarken, bir bencillikten çok bu tarihi kamu vicdanına tercümanlık eder gibidir.
Bir başka nokta da, Bektaşîlik’in, tasavvufun, daha doğrusu İslam’ın özünü teşkil eden evrensellik, genellik ve hümanizmin; fakıh yobaz çevrelerce karartılan çehresinin sürekli bir mücadele ile aydınlığa çıkarılmasında oynadığı rolün vurgulanmasının zaruretidir. Bektaşîlik, sadece insana değil bütün canlılara, bütün hayata saygının destanî menkıbeleriyle doludur. İnsana saygı, dinler üstü bir realitedir. Çünkü din de insanın mutluluğu için biç vasıta, bir vesiledir. O halde, dinin vermek peşinde olduğu şeyi peşinen benimseyen ve ona hizmet eden yaklaşımlar, kutsaldır. İnsanın rahatsız edilmesi bir tek yerde ve zamanda mümkün olabilir: İnsanı rahatsız edenlerin rahatsız edilmesi halinde.
Bektaşiliğin bu insan sevgisi; dini, kinlerin ve inatların beslenmesinde idealize edici bir araç gibi kullanan bağnaz yobaz tipe ters düşmeyi zaruri kılmıştır. Gerçekten de, tarih boyunca; Bektaşiler, yobaz çevreler tarafından hep horlanmış, hep itilmişlerdir. Çünkü Bektaşilik; softa, bağnaz, şekilci, insan ve hayat gerçeğinden habersiz gözü bağlı gidişe isyan içinde olmuştur. Türk insanı, çağlar boyu ruhunu karartan, ufkunu daraltan ve hatta gırtlağını sıkan resmi fıkhi yobazlık ve bağnazlığın hayatı çekilmez hale getiren baskılarına karşı çıkarken hep Bektaşîliğe, Bektaşîlere sığınmış, çıkardığı isyan sesini kendine maletmekten korktuğu anda, gam yüklenmekten hiç çekinmeyen Bektaşî tipi devreye sokmuş, isyan ve karşı çıkışını onun dilinden ifadeye koymuştur. Bektaşîler Türk toplumunun, âdeta nefes almak için sığındığı son pencere gibidir. Türk hiciv, mizah, hikmet ve nüktedanlığına damga vurmuş hemen bütün tasavvufı espriler Bektaşi imzalıdır.
Bektaşilik bugün, Anadolu’da İraklı Profesör eşŞeybî’nin söylediği gibi, on üç milyon kişi ile temsil edilmese de, Türkiye’de ve Türk insanının ruhunda hala büyük bir yer tutmaktadır. Balkan ülkelerindeki Müslümanlar arasında da küçümsenmeyecek sayıda Bektaşî mevcuttur. Birçok Türk aydını; gelecekte, insanın saygı ve sevgi göreceği bir dünyanın inşası için bir seferberlik açılırsa, bu seferberlikte en büyük fikri paylardan birine Bektaşilik’in sahip olacağına inanmaktadır.
Bektaşiliğin bir başka yorumunu da eski milli eğitim bakanlarından Hasan Ali Yücel yapmıştır. Şöyle diyor:
(Horasan Erenleri) tabiri ıztırap içinde yaşıyan Anadolu halkı üzerinde, kendilerini kurtarmak için manevi ışıklar getiren, ümit veren insanlardı.
Diğer taraftan halk kütlesi ve on üçüncü asırda yaşayan göçebe Türkmenler üzerinde en çok iz bırakan şahsiyet Hacı Bektaşi Veli olmuştur. Kendisi o devirde Anadoluyu baştan başa kaplayan “Baba’i Batınî” yaymıştır. Tesis ettiği tarikin esasında muhtelif tarikatların izlerini ve bilhassa Şâmanîlikten kalan itikatlar görülür. Bu itibarla Bektaşîlik millî bir mahiyet almış ve esas kanaatlarını öz dil ile söyliyen birçok halk tekke şairlerinin doğmasına sebep olmuştur. Yesevîlikten çıkan Bektaşîlik, Nakşibendîlik ile beraber yürüyen tam bir Türk tarikati idi. Fakat Nakşibendilik “ortodoks”du. Tamamiyle sünnet ehline uyuyor, Bektaşîlikte ise, eski Türk an’aneleri yaşıyordu. Meselâ, eski Türk hayatında kadm nasıl, cemiyetin kaçmayan bir unsuru idiyse, Bektaşîlikde de böyle kaldı. İslamdan önceki hayatta, kadınların da iştirâk ettikleri kopuzlu, kımızlı şölenlerden başka birşey olmayan “Ayîni Cem”lerinde şeriatin yasağına rağmen kadın bulundu; kımız yerine üzüm suyu içildi. Oruç ve namaz tevil ve tefsir ile silinip yok edildi.
Böylece dünyevi bir mahiyet alan ve din kayitlerinden ferdleri kurtaran, şeriate karşı tam bir itidal arzeden bu Rafızî fakat ilmî tarikat, Selçuk yıkımından sonra Anadolu Türklerinde görülen ayrılıkları mânevi birliğe çağırmış ve kısmen muvaffak olmuştu, yeniçeriler ocağında okunan gulbankleri İsmail Safevîye istemeyerek kılıç çeken bir ordunun manev î bağlarını açıkça bıze göstermiyor mu?
Daha ziyade fikri ve aristokrat bir şehir tarikati olan (mevlevî)lik karşı-sında vaziyet alan halkçı ve Türkçü (Bektaşilik ve kızılbaşlık) tam bir Halk Aleviliğini temsil ediyordu. Herneka dar Mevlânâ da:
Mescudi Melâik şüd Âdem zi Ali şüd
Adem çu yegi kıble ve mescud Ali şüd
diyordu, fakat Bektaşîlerin tasavvur ve tasvir ettikleri Ali tamamile Türktu. Dünyayı ve dünyevî hususları, bütün siyasi ihtirasları ezerek hiçe sayan temiz yürekli, Türkçe tabirile “Yiğit Ali”, milli bir kahraman haline getirilmişti (Muhammed Alidir, Ali Muhammed) düsturile iki şahsiyet birleştirildiği gibi
Allah birdir, Muhammed Alidir, Ali Muhammed.
Her sabah, her sabah ötüşür kuşlar
Allah bir Muhammed Ali diyerek
Kul Himmet
Ben dahi nesne bilmem Özümü gurbete salmam Allah bir Muhammed Ali Allah bir Muhammed Ali
Hatayi (Şah İsmail) Mısralarından anlaşıldığı veçhile, Aliyi Allah yapmayı uyar bir (üçlama = teslis) vücude getirilmişti. Eski ozanların Köroğlu Türkülerini çaldıkları sazların tellerinde (Ali)nin ruhu, (Hüseyin)in âhı inliyordu. Bu iki şahsiyet ve evladları (Âli abâ), bizim halk edebiyatımıza hatıralarını üflüyordu. Erenler meydanında mest bir eda ile (İmam Ali) nakaratlı nefesleri söyleyip sazlarını inleten âşık dervişler, postu değişmiş eski Türk ozanlarından başka birşey değillerdi…
Hacı Bektaş veli Menâkıbnâmeleri
Anadolu’da, büyük velilerin, manevi büyüklerin ve tarikat kuruculurının hayat hikayelerini anlatan, ölümlerinden sonra yazılmış kitaplara Menakıbnamı diyoruz. Bunların bir diğer adı da Vilayetııame’dir. Velilerin menkabeleriııi anlatan bu kitaplar, değişik tarihlerde değişik kimseler tarafından yazılmış ve asırlarca, gerek bu tarikatın taraftarlarınca, gerek dini çevrelerde okunmuş, din tarihçileri tarafından da, içlerinde mübalağa, yanlış bilgiler, efsaneler olmasına rağmen, kaynak kitaplar kabul edilmiştir.
Bektaşilik ve Hacı Bektaş.Veli hakkında yazılan menakıbnameler çok popülerdir. Bunlardan en fazla okunanı Uzun Firdevsi tarafından yazılan Menakıb-ı Hacı Bektaşi Veli’dir. Kitabın bir değer adı da Vilayetname’dir (Velilerin kitabı). Bu eserin çok çeşitli nüshaları vardır. Hepsi de Hacı Bektaş Veli ile Bektaşiliğin hikayelerini, adap ve erkanını anlatır.
“…Menâkıb-ı Hacı Bektaş ı Veli’nin kesin yazılış tarihi de belli değildir. A. Gölpınarlı 1481-1501 arası ya zilmiş olabileceğini tahmin ediyor. Claude Cahen ise. metni dikkatle incelemediğini ihsas eden bir ifadeyle, bu tarihi 1400’lere doğru geriye götürmektedir. Fakat metindeki bazı pasajlar ve özellikle 11. Bayezid’in yaşayan hükümdar sıfatıyla adının geçmesi. Gölpınarlı’nın haklı olduğunu ortaya koymaktadır.
Menâkıbname, Hacı Bektaş’nin doğumunu, Horasan’daki çocukluk dev resini, Ahmet Yesevi ile münasebetlerini, Anadolu’ya gelişini anlatmakla başlamaktadır. Daha sonra hac için Mekke’ye yolculuğu, oradan Suluca karaöyük’e yerleşmesi ve buradaki yaşantı su devrinin ünlü devlet adamları, mutasavvıfları ve âlimleri ile ilişkileri hikaye edilir. 1 ser, Hacı Bektaş’ın ölümü anlatıldıktan sonra halifelerinin menkabeleriyle son bulur.
Bektaşilik silsilesi
Bektaşi tarikatının silsilesi şöyledır: Hazret-i Ali, Hasan-ı Bas- ri, Habib i Acemi, Davud-u Tai, Maruf-u Kerhi, Şeyh Sırri-i Sekati, Cüneyd-i Bağdadi, Ebu Ali Meragi, Şeyh Ebu Ali Haşan, Şeyh Ebu Os¬man Mağribi, Şeyh Ebu Kasım Gür- gani, Şeyh Ebu Haşan Harkani, Şeyh Ebu Farmidi, Fazl İbn-i Muhammed Tusi, Hoca Ahmet Yesevi, Hoca Yu¬suf Hemedani, Şeyh Lokman-ül- Horasani, pir-ı tarikat Esseyyid Mu¬hammed Bektaş Veii İbn-i İbrahim- üs-Sani.
Tarikat olarak Bektaşilik
Tarikatta yer alan kişiler beş grupta toplanabilir:
1. Muhib: Tarikata intisab eden, el aian kişidir
2. Derviş: Muhibbin bu işi becerebileceği anlaşılınca, dervişlik ayin- i cem’iyİe kendisine dervişlik tacı giydirilir.
3. Baba: Halife’nin ehliyetli dervişlere verdiği bir payedir. Baba olan, muhib ve derviş yetiştirmeye başlar. Babalar peygamber soyundan geliyorsa tacına yeşil sarık, aksi halde beyaz sarık sararlar.
4. Mücerred: Evlenmemiş dervişlerden olan ve halifeliğe en yakın olan mücerred, belli bir merasimle tıraş edilir, sağ kulağı delinerek mengüş denilen küpe takılır. Mücerredlik ayin- i cemi genellikle merkez dergâhta yapılır.
5. Halifelik son makamdır. Halifelik ayin-r cemiyle birlikte kendisine halifelik icazeti, çerağ, tuğ, alem ve sofra da verilir. Bazan da Bektaşi babası üç mücerred babanın imzasıyla da halife olabilirdi …” (23).
Abdülbaki Gölpınarlı “Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar” adlı eserinde, yetkili bir uzman olarak Bektaşi tarikatına giriş usulleri ve bunla¬rın anlamlarım şöyle açıklıyor:
“Bektaşîlikte ‘aşık, muhib, derviş, baba, halife’ dereceleri vardır. Aşık, tarikata girmek isteyen kişidir tecrübelerden geçer, gerçekliği anlaşılır, iki yol kefili, aşıkın gerçekliğine şehadet eder. Bunun üzerine tarikata ahnır. Tarikata girmiş olan kişiye muhib denir. Muhiolerden derviş olmak isteyen, dervişliğe ikrar verir; kendisine Bektaşi tacı tekbir edilerek giydirilir; tekkede bir hizmete memur olur. Ehliyeti olan dervişe, halife tarafından icazet verilirse tacının üstüne sarık sarabilir; babalık makamını’ ihraz eder; muhib ve derviş yetiştirebilir; fakat bir dervişe babalık veremez.
Babalık vermek salahiyeti, halifeye aittir ve halife, Bektaşilerin en büyüğüdür. Halifeler, taçlarımın üstüne siyah sarık sararlar; babalar, Peygamber soyundansa yeşil, değilse beyaz sarık sararlar; dervişler sarık saramazlar. Muhiblere, arakıyye teklif edilir. Bektaşi olacak kişi, bir kurban kestirir; o geceki masrafı görür; akşam, güneş battıktan sonra “meydan” denen büyücek bir odaya alınır; aşık postu denen ve kapı yanında bulunan posta oturtulur. Herkes, kıdem sırasıyla, yaşa göre değil de, tarikata giriş tarihine göre, meydana girer. Baba, on iki imama salavatı ihtiva eden ve ‘salavatname’ denen Arapça virdi okur; sonra aşıkı huzuruna çağırır; bu yolun güçlüğünü söyler; demirden leblebi, demirden yay, ateşten gömlek olduğunu bildirir; talip her şeye razı olduğunu söyleyince, kimi rehber istediğini sorar. Aşık, rehberlik hizmetini gören kişinin adını söyler; baba, git, rehberine niyaz et der. Aşık, gidip rehberlik edecek kişinin dizini öper; o da aşıka, gidip yerine oturma¬sını söyler. Sonra babanın emriyle çerağcı, üç basamaktan ibaret bir kürsünün üstünde duran mumları, terceman denen manzum ve mensur sözleri okuyup uyandırır, yani yakar. Sonra rehber, aşıkı alıp dışarı çıkarır; Caferi mezhebi üzerine kendisi aptes alır, ona da aldırır; o gün tığlanmış (kesilmiş) olan kurbanın yününden örülmüş bir ipi boynuna takıp sağ eliyle aşıkın sağ elini tutup meydana sokar. Dar denen odanın ortasında babadan ve meydandakilerden izin aldıktan sonra dört kapıya, yani, şeriat erenlerine, tarikat pirlerine, hakikat şahlarına, marifet kâmillerine selam vererek babaya götürür. Baba, aşıka, kötülükte bulunmaması, sırrını saklaması, eline, diline, beline sahip olması için öğüütle bulunur; mezhebinin Caferi, mürşidinin Muhammed, rehberinin Ali, pirinin Hacı Bektaş Veli olduğunu telkin eder, başına arakıyyesini teklif eder; tıygbend denen ipe, eline, diline sahip olmasına remzolarak iki düğüm atar, beline sahip olmasına remzolan düğümü, haramdan bağlanmasına, helaline açılmasına remzolmak üzere, bağlanırken çözülecek şekilde düğümleyip beline bağlar; ‘var, rehberininrızasında ol’ der. Rehber, tarikata girmiş olan ve artık muhiblik derecesine yükselmiş olan aşıkı, odanın ortasına götürüp ikrar tercemanını okur. Pir makamı sayılan posta, dâra, ocağa, babaya, çerağların bulunduğu yere, sağda, solda oturanlara, azlıksa birer birer, değilse ‘cümleden cümleye’ deyip bir kere niyaz ettirir; kendisine ayrılmış posta oturtur; ona niyaz eder, o da rehberine niyaz eder.
Hazırlanmış olan şerbet, birer birer herkese sunulur; herkes bir yudum içer; sonra kapı yanındaki faraş ve süpürgeyi alan rehber, yahut diğer biri, babadan itibaren ve sağdan soldan süpürgeyle faraşı yerde sürümek suretiyle sembolik bir temizlik yapar ve tarikata giriş ayn-ı cemi bitmiş olur.
Sofra serilir, dem, yani rakı içilmeye, sohbet edilmeye başlar ve muhabbet denen bu sazlı sözlü içki alemi geç vakte kadar sürer.
Bektaşilik, Caferi mezhebini kabul ettiğini söylemekle beraber alınan aptes o geceki aptesten ibarettir; namazsa, kılınmayan bir ibadettir; oruç, yalnız Muharremin ilk on günü su iç: memek, sulu şeylerle susuzluğu gidermek ve canlı şeylerle canlılardan meydana gelen şeyleri yememektir. Görülüyor ki, Bektaşilik, tamamiyle Batıni bir tarikattır; Caferi mezhebiyle il gisi, kuru bir iddiadan ileri geçemez. Yalnız, Bektaşiler içinde şeriata uyan ve Caferi mezhebine tamamiyle uyup ibadette bulunan, haramdan kaçman bazı kişilerin bulunduğunu da kaydet-memiz gerektir…”
Bektaşi tarikatı ile ilgili diğer bazı özellikler de şöyle: (24).
Hacı Bektaş Veli adına kurulan, Balım Sultan’ın elinde düzenli bir kurum niteliği kazanan Bektaşilik ‘Dürt Kapı’ ilkesine dayanır. Bu dört ilke şunlardır:
• Şeriat Kapısı
• Tarikat Kapısı
• Hakikat Kapısı
• Marifet Kapısı
Dört Kapı’nın dört ayrı simgesi vardır. Şeriat Kapısı’na Beloğlu, Tarikat Kapısı’na Yol-oğlu, Hakikat Kapısı’na İloğlu, Marifet Kapısı’na da Atam gök-anam yer adı verilir.
Şeriat Kapısı’nda İslam dininin temel ilkeleri, Alevilik’in genel koşulları, ‘Allah-Muhammed-Ali’ üçlüsünün gizemi, anlamı öğretilir. Bu kapı bir yasa niteliğindedir, genel düzeni sağlamanın yollarım bildirir.
Tarikat Kapısı’nda Bektaşilik’e girme yolları, bir ‘mürşide bağlanma’ kuralı öğrenilir. Mürşid, tarikat düzininde yol gösterici, kılavuz kişi anlamındadır. Tarikatta uygulanan yöntemi, törenleri, davranış biçimlerini, Yol-oğlu olmanın erdemlerini açıklar.
Hakikat Kapısı’nda insanın, Tanrı’nın, evrenin, bütün varlık alanın önemi, değeri, gizemleri, anlamı bellenir, açıklanır, benimsenir.. Gerçek evrenine ulaşmanın, kendini, başkasını tanımanın, birliğin gizemine varılır. Burada, tarikata giren kişi her türlü bireyselliğin üstüne yükselir, evrenin bütünü içinde bir varlık bir toplum varlığı durumuna gelir.
Marifet Kapısı en yüksek aşamadır, burada bütün varlık gizemlerinin bilgisi edinilir. Bu kapıda üç aşama vardır, bunlara yakıyn denir: Ayne-yakıyn, ilme’l-yakıyn, hakke’l- yakıyn. Bu aşamalardan birincisinin anlamı görerek bilmek, İkincisinin bilgi edinerek bilmek, üçüncüsü de gerçeğe ulaşarak bilmektir.
Bektaşilik’te on iki aşamayı gösteren ‘on iki post’ vardır. Bunlar, Balım Sultan düzenlenmesinden sonra kurumlaşmıştır.
1- Baba-Horasan Postu (Hacı Bektaş Veli makamı)
2- Aşçı Seyyid Ali Sultan Postu
3- Ekmekçi Balum Sultan Postu
4- Nakıb-Kaygusuz Sultan Postu
5- Atacı-Kanber Ali Sultan Postu
6- Meydancı-Sarı İsmail Sultan Postu
7- Türbeci-Kara Donlu Can Baba Sultan Postu
8- Kilerci-Hacım Sultan Postu
9- Kahveci-Şeyh Şazeli Postu
10- Kurbancı-İbrahim Postu (İbrahim Peygamber)
11- Ayakçı-Abdal Musa Postu
12- Mihmancı-Hızır Postu…
Dört ile on iki sayılarının simgeleştirdiği bir anlayışa dayanan Bektaşilik’te on iki görev (hizmet) vardır: Tarikçe, fıraş, berber, zakir, sofracı, ibrikçi, saki, meydan hizmetçisi, gözcü, pervane, çırağcı, kapıcı (bevvab).
Bunların, yukarıdaki sıraya göre, yansıttıkları adlar da şöyledir: İmam Haşan, İmam Hüseyin, Mehmed Hanefi, Abdüssamed, Abdülvahid, Sel- man, Tabib, Abdülmümin, Abdülke- rim, Abdullah, Hadi-i Ekber, Abdül- celil. Bu on iki kişinin de İmam A!i soyundan geldiği inancı vardır.”
Comments