İskoçyalı felsefeci ve tarihçi (Edinburgh, 1711-Edinburgh, 1776). Edinburgh Koleji’nde öğrenim gördükten ve bir süre ticaretle uğraştıktan sonra Fransa’ya giden David Hume (1734-1737), Treatise of Human Nature (İnsan Doğası Üstüne İnceleme, 1839) adlı yapıtını yazdı. Edinburgh ve Glasgovv’da bir felsefe kürsüsü edinme girişimi tanrıtanımazlıği nedeniyle iki kez reddedilince, Edinburgh barosu kitaplık müdürü seçüdi ve bundan böyle kendini History of England’ı (İngütere Tarihi) yazmaya verdi, ama bu arada felsefe alanındaki araştırmalarını da sürdürdü.
1763’te Fransa’ya döndü, orada Ansiklopedicilerle ve Rousseau’yla dostluk kurdu. 1769’da yeniden Edinburgh’a gitti.
Malebranche, Locke, Berkeley’in düşüncelerini benimseyen ama Descartes’a karşı olan Hume, yeteneğini genç yaşta gösteren ve geniş bir kültürü olan kuşkucu bir düşünürdür. Önemli metafizik konularda, felsefe sistemlerinin uzlaşamadığını gören Hume’a göre, felsefeciler soyut düşüncelere dalmışlar ve deneyimin sınırlı ama sağlam verilerini bir yana bırakmışlardır. Gerçekten de felsefe, göz kamaştırıcı ama bomboş ve yanlış çözümler getiriyordu, bundan dolayı da bir işe yaramıyordu; felsefe, ortak düşüncenin boş inançlarının ve dinin kesinlik diye ileri sürdüğü şeylere benzer yanılgılar ortaya koyuyordu. “Yanlışlar, din alanında tehlikelidir, felsefedeyse ancak gülünçtür” diyen Hume’a göre insanlar bu boş düşünceler yüzünden, birbirlerini öldürmektedir. Bu durumda, bilgisizliğini açığa vurmak çok daha iyiydi. Hume “deneyimin sınırlarının ötesine geçemeyiz” diyordu. Öyleyse, kuşkuculuğa, yani hiçbir şeye inanmamaya kapılma tehlikesiyle karşılaşılsa da, bu boş ve-yanlış düşünleri bir yana atmak gerekliydi. Deneyimin sağladığı sağlam bilgilere dayanmak gerekiyordu. Felsefenin tek üstünlüğü, düşündüğümüzü iddia ettiğimiz zaman inanmaktan başka şey yapmadığımızı ve bu inandığımız şeyleri, cırtaya koymaktı.
Neden Kavramının Eleştirilmesi
Günlük yaşamda ya da felsefede, belli bir olayın bir başka olayın nedeni olduğunu söyleriz. Hume, bunu söylerken, bir inanca kapıldığımızı, yani deneyimin sağlam verilerinin ötesine geçtiğimizi gösterir. Neden kavramı, deneyimin herhangi bir olgusuna denk düşmez. Sözgelimi, bir kemik kırılmasının nedeninin düşme olduğunu söylediğimizde, aynı bireyde ya da yerde (uzamsal bitişiklik) kırılmanın düşmeden sonra geldiğini (zamansal art arda geliş) görürüz yalnızca. Bundan fazla bir şey görmeyiz. Nedenden söz etmek, iki olay arasında zorunlu olarak bulunduğunu hissettiğimiz (bu, tam anlamıyla öznel bir duygudur) ilintiyi, deneyime eklemektir. Oysa kırılmanın, düşmenin ardından zorunlu olarak geldiğini bize söyleten ve bizi buna inandıran zorunluk duygusu, alışkanlıklarımızdan kaynaklanır. Yani, bu ilintiyi her zaman gördüğümüz için, ilintinin zorunlu olduğunu düşünürüz ve nedenden söz ederiz. Nedenden söz etmek, bir olgudan bir kavram çıkarmak değil, alışkanlığın etkisinde zamansal bir art arda gelişin zorunluğuna inanmaktır.
Hume, bu kavramı kullanmaya hakkımız olmadığını söylemez kuşkusuz. Bu kavramı bize veren insan doğasıdır ve böylece olayla n önceden kestirmemizi, güvenlik içinde bulunabilmemizi sağlamaktadır. Bunlar olmadan, yaşam diye bir şey de olmaz. Yalmzca kuşkuculuğun verileri üstünde temellenen bir yaşam, dayanılmaz bir şey olacaktır.
Metafizik VE Günlük Yaşam
Ben’in, tözün, zaman ve uzamın da akılsal kavramlar olduğunu sanmakla yanılıyoruz. Ben’de, çeşitli duygular, düşünceler art arda ortaya çıkar ve içsel deneyimimizde hiçbir şey bize kişisel bir özdeşliğimiz olduğunu söyleme hakkını vermez. Fiziksel cisimlerin de yalnızca bazı özelliklerini algılarız, ama töz kavramını işin içine katarak bu özelliklerin altında bir birlik olduğuna inanırız. Deneyimin çürüttüğü bütün bu kavramlar, ya birer inançtır ya da bize bir başka yerden gelir. Bu sonuncu varsayıma inanılabilir, ama böyle yaparsak, temelsiz soyut düşüncelere kapı açmış oluruz. Ruhlara, mucizelere, canlıların kendiliğinden ortaya çıktığına, yıldız falma inanan sıradan insan ile elinde hiçbir kanıt olmadan ve her türlü deneyimin sınırlarının dışına çıkarak Tann’nm evreni yarattığım ve ruhun ölümsüz bir töz olduğunu kabul eden metafizikçi ya da tanrıbilimci arasmda ne gibi bir fark vardır? Bunların tümü de, inancı düşünce sanmakta ya da sanıyor gibi görünmektedir.
Kuşkuculuğun, alçakgönüllük ve göreliliğe indirgediği inançlar, günlük yaşam için çoğunlukla gereklidir. Kişilerden, zamandan, özdeşlikten, nedenden söz etmemiz gerekir ve tam anlamıyla kuşkucu bir yaşam yoktur. Yaşamak için inanmak gerekir. İnsan doğasının bir çeşit içgüdüsü, bizi bir rfnitluluk ararfıaya yöneltir; kuşkucu düşünce de bunun boşluğunu göstermektedir. İnsan doğasından kaynaklanan inançla kuşkuculuk arasında bir seçim yapmak, iki bilgisizlik arasında, “sahte bir akıl ile akıl yokluğu arasmda” bir seçim yapmaktan başka şey değildir.
Hume’nin Başlıca Eserleri
Treatise of Human Nature (İnsan Doğası Üstüne İnceleme, 1739); Enquiry Concerning the Principles of Morals (Ahlak İlkeleri Üstüne Araştırma, 1751); Hıstory of England (İngiltere Tarihi, çeşitli bölümleri 1754, 1756, 1761’de yayımlandı). Ölümünden sonra yayımlanan yapıtları: Natural History of Religion (Dinin Doğal Tarihi); Dialogues on Natural Religion (Doğa Dini Üstüne Diyaloglar); On Su- icide and on the Immortality of the Soul (İntihar ve Ruhun Ölmezliği Üstüne Deneme).
Son Yorumlar