Tekke edebiyatı, Orta Asya’da Ahmet Yesevi ile başlamıştır. Ahmet Yesevi, Türkler arasında tasavvuf felsefesinin ilkelerini yaymak amacıyla yazdığı şiirlerinde (bunlara sonradan hikmet adı verilmiştir), Halk edebiyatı nazım biçimlerini ve hece ölçüsünü kullanmıştır. XIII. yy’da Anadolu’da iktisadi, siyasal ve toplumsal çalkantılar, Anadolu insanını tasavvuf ilkelerini yaymaya çalışan tarikatlar çevresinde toplanmaya yöneltmiş; tarikatlar medreseye karşıt tutumları, geniş hoşgörüsü, insan ve özellikle Tanrı sevgisine değer vermesi gibi nedenlerle siyasal ve toplumsal ağırlığı olan kurumlar durumuna gelmişlerdir. Başlıcaları arasında özellikle Mevlevilik, Bektaşilik ve Bayramilik’i anabileceğimiz bu tarikatlar, kendi ilkelerini yaymak için çeşitli sanat dallarından olabildiğince yararlanmaya çalışmışlar, böylece zengin bir Tekke edebiyatı doğmuş ve gelişmiştir. Tekke ozanları, din ve tasavvuf konularını, dinin kesin yasakları biçiminde değil de, “gönül işi, gönül yolu” biçiminde yorumladıkları şiirlerinde, sözlü geleneğin biçimsel özelliklerini (hece ölçüsü, dörtlük, vb.) kullanmışlar, halkın diline içten bağlılıklarıyla geniş bir etki alanı oluşturmuşlardır.
Bu şiirler, tekkelerde ilahi, nefes gibi özel bestelerle okunmaktaydı. Genellikle, din ve tasavvuf konularında iyi bir eğitim gören tekke ozanları, sanat yoluyla halkın gönlüne girmeyi biliyorlardı. Tarikatların çevresinde oluşan bu edebiyat geleneği, dinsel toplumsal evrensel boyutlar kazanmıştır Tarikatlar insanlara maddi yaşamın geçici, manevi yaşamınsa sürekli olduğunu öğütlüyorlardı. Manevi yaşama erişebilmek için de maddi yaşamda nefse ilişkin zevklerden ödün vermek gerekiyordu: Bu ödün, insan haklarına saygıyı doğuruyor ve insan sevgisi, sevgiler içinde özel bir yer kazanıyordu. Yunus Emre “Sen sana ne sanursan ayruğa da onu san/ Dört kitabın manisi buciur eğer varışa.” derken, tasavvuf düşüncesinin bütün boyutlarını veriyordu.
Tekke ozanları XIII. yy’dan başlayarak, kendilerini öbür ozanlardan ayırmak için âşık (hak âşığı) sanını kullanmışlar, şiirlerine de ilahi, nefes gibi adlar takmışlardı. Anadolu’da Bektaşi tarikatının kurucusu olan Hacı Bektaş Veli, çaresizlik içindeki bir topluluğa birliği, güveni, insan ve Tanrı sevgisini aşılamayı bilmiştir (Bkz. HACI BEKTAŞ VELİ). Anadolu dervişliğinin simgesi olan Yunus Emre, umut ve inancın kılavuzluğunda insanı, insan sevgisini, tanrısal adaleti, Tanrıya bağlanmayı derin bir sezişle ve kavrayışla anlatma başarısını göstermiştir. Bayramiliğin kurucusu Hacı Bayram Veli, Yunus Emre etkisinde söylediği, elimizde az sayıda örneği olan şiirleriyle geniş halk kitlelerini kendisine bağlamıştır (Bkz. HACI BAYRAM VELİ). Halep’te derisi yüzülerek öldürülen tasavvuf ozanı Seyyit Nesimi, Hurufilik inançlarını yansıtan ve vahdet-i vücut düşüncesini işleyen şiirleriyle, özellikle Bektaşi ozanlar arasında kutsallaşmıştır. Bektaşiler tarafından benimsenen bir başka ozan da aruz ve heceyle yazdığı şiirlerine tasavvuf inançlarını, Bektaşilik ilkelerini nükteli bir dille aktarmış olan Kaygusuz Abdal’dır. Hacı Bayram Veli’nin damadı olan Eşrefoğlu Rumi, aruz ve heceyle yazdığı, şiirlerinde Yunus Emre’nin izinden yürümüştür. Safevi hükümdarı Şah İsmail de Hatayı mahlasıyla şiirler yazmış; Azeri Türkçesiyle, halk şiiri geleneğine bağlı bu şiirlerle de Şiiliğin Anadolu’da yayılmasına çalışmıştır. Alevi-Beklaşi şiirinin en önde gelen ozanı olan Pir Sultan Abdal ise, şiirleriyle inancını yaymaya yönelmiş, bu yolda canını vermiştir. Onun, lirik şiirinin doruğuna çıktığı şiirlerinde, tasavvuf neşesinin yanı sıra siyasal düşüncesi, ölüm ve ayrılık konuları, insan sevgisi de ver alır. Tekke şiiri alanında yetişmiş öbür ozanlar arasımla, XVI. yy’da Kul Himmet, Aziz Hüdai, Kazak Abdal, XVII. yy’da da Niyazii Mısri sayılabilir.
Son Yorumlar