Felsefe tarihinde 19. yüzyıldan günümüze kadar, Devrimlerin tutucu rejimlerle art arda geldiği, ulusçuluğun Avrupa’nın her yamnda ortaya çıktığı bu kargaşalar çağında, felsefî düşünce dünyaya açılmış, felsefeciler “fildişi kuleleri’nden çıkarak çağlarının savaşımına katılmışlardır.
Büyük ve soyut sistemlere son verdiğine inanan kantçılık, ortaya çıkardığı güçlükler nedeniyle en soyut metafiziğin canlanmasına kaynaklık etmişti. Bunun örnekleri, Fichte’nin (1762-1814) öznel idealizm’i, Schelling’in (1775-1854) nesne) deaJizm’i, özellikle de Hegel’in (1770- 1831) mutlak idealizm’i gibi büyük düşünce kuruluşlarında görülür (Hegel’in etkisi, felsefe tarihinin onunla bitip bitmediği sorusunun ortaya atılmasına yol açacak kadar büyük olmuştur). Hegel’le birlikte, matematiksel düşünce, felsefî düşüncenin modeli olmaktan çıkmış ve yerini tarih almıştır; çelişkileri kabul etmeyen klasik mantığın yerine de, ilerlemek için bu çelişkilere dayanan diyalektik mantık geçmiştir (burada, Evren’in değişme ve oluş hareketini benimsemek söz konusudur). Feuerbach’la (1804-1872) birlikte maddeci düşünce, egemen idealizmden öcünü aldı. Hegel’den beslendikten sonra etkisi yavaş yavaş Hegel’in etkisinin yerine geçecek olan bir düşüncenin, yani Kari Marx’ın (1818- 1883) tarihsel maddecilik’inin temelleriyse, tarihin büyük önem kazanması, diyalektik mantık ve maddeciliktir; bu görüş “Aydınlanma Çağı”nm iyimserliğini de devralmıştır. Marx’a göre, tarihsel değişim ve oluşun nesnel bilgisine dayanarak insanoğlu, tarihe boyun eğmekten kurtulacak ve sınıfsız toplumu kuracaktır. Öznellik adına bütün sistemlere karşı Kierkegaard’ın sert tepki göstermesine yol açan da gene Hegel’ dir ve bu tepki, tutarlı bir yöntemi, yani fenomenoloji çözümlemesini (Bkz. FENOMENOLOJİ) Husserl’den (1859-1938) ödünç aldıktan sonra, Heidegger, jaspers ve Sartre’dan geçip, varoluş felsefelerinde Merleau-Ponty’e kadar uzanacaktır. Hıristiyanlıktan kaynaklanan ruhçu- luğun köklü bir biçimde eleştirilmesiyse, Nietzsche tarafından sürdürülmüştür. Nietzsche, çileci ahlakların temelinde, yaşamdan ve gerçeklikten korkmaya bağlı bir öç alma isteği, kudretli olma isteği ve hıncı bulunduğunu ortaya koymuştur. Öte yandan Freud da, bu çileci ahlakların, yaşam içgüdülerine karşı kültür tarafından konan engellerden başka şey olmadıklarım açıklamıştır. Trajik bireyciliğin karşısınaysa, bilimler üstüne düşünmeden kaynaklanan öğretilerin,özellikle de Auguste Comte’un (1798-1857) pozitivizminin getirdiği iç rahatlığı konabilir. Bu görüşte felsefeci, “genelliklerin uzmanı” olmuştur ve bilimlerin genel tablosunun çıkarılmasına katkıda bulunduğu gibi, olayları açıklamak, birbirine bağlamak için harcadığı çabalar içinde, insan zihninin geçirdiği aşamaları betimlemeye de yönelmektedir. XX. yy’ın başında fiziğin geçirdiği büyük bunalım, kesintiler ve toparlayıp kavramalarla ilerleyen yeni bir bilimin felsefesini yapmaya çalışan Gaston Bachelard’ın yapıtlarında, pozitivizmin yeniden gözden geçirilmesi sonucunu vermiştir.
Bu arada, psikanalizin ortaya çıkışından sonra, insan bilimlerindeki kesin ilerlemeleri de (sözgelimi, toplumbilimde Durkheim, Mauss, Weber, Lucien Levy-Bruhl’le gerçekleşen ilerlemeler) unutmamak gerekir. Bununla birlikte, insan bilimleri birlik ve bütünlüklerini henüz oluşturamamışlardır. Zaten çağımız, egemen bir öğretinin altında toplanmaktan çok, karşıt akım ve okulların çatışması çağıdır.
Son Yorumlar